31 Ağustos 2007

Makul ve Sessiz Çoğunluk

Makul ve Sessiz Çoğunluk

Babayasa Mahkemesinin 367 kez ‘Bay kalınız’ telaffuzu öncesi ülkemiz meydanları bir dizi taşımalı beyaz protesto eylemlerine sahne oldu. Medyamız öyle abandı ve abarttı ki mitingleri organizatörler her çıktıkları tv programında bir önceki katılımcı rakamlarını bir sonrakinde katlayarak söyler olmuşlardı. Tandoğan Meydanına 1.5 milyon kişi yığıldığını bile söylediler. Söylerken ve yazarken kolay ama Tandoğan Meydanını bilenler için çok komik! Zira bu rakamda insanın alana sığması için en az 3 katlı olması gerekiyor. Oysa dünyada meydanlar daha 2 katı geçemedi. Ülkemizde ise 2 katlı meydan hala yok. Yanlış anlamayın var olan iki katlı meydanlarda bile alt katlar mitinglerde açılmıyor sadece yukarıda eylem devam ederken aşağıda eylemsiz vatandaşlar alışverişlerine bakıyor. Rakamlar abartıldıkça konuşmalarda ölçü kaçtı. Abartılan ve çığırından çıkan yalanlara uyduran ve söyleyenler bile inandı. Halkın değerlerine Cumhuriyet Mitinglerine atıf yapılarak yumruk sallandı, garez savruldu. Güya “makul çoğunluk, sessiz çoğunluk” sesini çıkarmaya başlamıştı. İyide bağırarak, ülke idarecilerine kin kusarak, şarkılar ve türkülerle, megafonlarla seslenen insanlar nasıl sessiz çoğunluk sayılır ki… Sessizlik ismini söyleyince dahi bozulan şey değimlidir?

Ülkemizde “10 yılda bir yapılır” gibi gayet düzenli bir takvimle planlanan darbelerden sonuncusunun ilk adımına alışık olunmadığı üzere gerek siyasi irade gerekse halk tarafından geçmişe bakarak oldukça sert bir tepki gösterildi. Kazın ayağı bu kez tüm dünyada olduğu gibi perdeliydi. Eskiden kaz genelde hemen uçup (kaz uçarken ayaklarını karnına çeker) kaçtığı için genelde ayakları bile görünmezdi. Sonrasında yaşananlar herkesin malumu, vatandaşın oy vererek, “bizi yönetin, irademizi meclis çatısı altında temsil edin. Sorunlarımıza çözüm arayın, çözün. Devleti ve organlarını bize hizmet yönünde çalıştırın” gönderdiği partilerden bazıları bırakın sorunları çözmeyi, bizzat sorun çıkaran ve büyüten konumuna geldiler. Mesela Cumhurbaşkanını seçmek meclisin görevidir. Meclisin tüm vekillerinin sorumluluğudur. Partiler güçleri yeterse aday çıkarırlar, yetmezse başka yetmeyen partilerle birlikte ortak aday arayışına ve ittifakına giderler (A.N. SEZER örneğinde olduğu gibi). Ama asli görevleri olan TBMM’ni çalıştırma, açık tutma, işlevselliğini devam ettirme gibi varlık sebepleri olan kurumu protesto eder gibi boykot edemezler. Mamafih, ülkemizde edenler çıktı.

Asli görevlerinden kaçan partiler ise seçemedikleri cumhurbaşkanı yüzünden gerçek sessiz çoğunlukla tanıştılar. Vatandaş makul çoğunluğun nasılını ve ne idüğünü bir güzel gösterdi! Bu fazlasıyla Osmanlı kaçan acı tokattan, ders alanlar (Mehmet Ağar) çıktığı gibi akıllanmayan (E.Mumcu ve Deniz Baykal ekibi) siyasetçilerimizde bulunuyor.

CHP, “uzlaşı, uzlaşma” kelimelerini tam zıt manada kullanma becerisi göstererek, hizip geleneğimize Deniz Baykal profesyonelliğinde farklı bir tarz kazandırdı. Bu dönem yazılarımızda:
madem CHP, AKP içinde uzlaşabileceği (A.Şener, Köksal Toptan) isimler olduğunu söylüyor. Gitsin bu simlerle temas kursun. ‘sizi aday göstermek istiyoruz. Tüm parlamenterimiz adaylık başvurunuzu imzalamaya hazır!’ tekilifi götürsün. Bu siyaseten çok iyi bir manevra olur. Böylece AKP oylarını bölme ve rakip partiden adayın cumhurbaşkanı seçilmesine rağmen siz zafer kazanmış olursunuz. Yok, adayınız kaybederse de zaten sizin milletvekiliniz olmadığından kaybedilen bir şey olmaz. Nasılsa kendi aralarında yarışmış olacaklar” demişiz. Hadi onu yapamadınız kendiniz MHP, DSP gibi aday gösterseydiniz. AKP’li değilde bu partilerden adayları destekleseydiniz. Olmadı ille de farklılık ortaya koyacaksanız DTP gibi boş oy atsaydınız ya!

Bunca inatlaşma, gerilim üzerinden prim kapma telaşı sonunda gelinen nokta ne? Abdullah Gül cumhurbaşkanı. O geçen 4 aylık süreyi bu ülkeden ne diye çaldınız? Milleti korku tünellerinde gezdiniz. Genel Seçimlerden dersini alamayan CHP sessiz çoğunluğun mesajını algılamamakta ısrar ediyor. Son dakikaya kadar Gül’ün cumhurbaşkanlığını, doğrusu AKP’li bir cumhurbaşkanı olmasını engellemek için çabaladılar. Yine TBMM’ye gelmeyerek. Üstelik sanki kendilerinin yaptığı doğruymuş gibi, DSP ve MHP’yi eleştirerek, AKP’ye yardakçılıkla suçlayarak. Merak ettiğim şu: Suçladıkları MHP, DSP hatta DTP’li vekiller onca seçim yorgunluklarının üstüne susuz, sıcak Ankara’da tıkanan sistemi çalışır hale, kilitlenen cumhurbaşkanlığı krizini çözmek için ter dökerken, sevgili CHP’li vekiller hangi deniz kıyısı veya yayladaki yazlıklarında dönem arkadaşlarını televizyondan seyredip, birde yanlış yaptıklarını söyleme pervasızlığına düşüyorlardı? CHP dünyayı okuyamıyor. Genel Seçimlerin ikinci galibi Tarhan Erdem’in son anketinde CHP oyları % 18’e düşerken, iktidara yağ çekmekle suçladıkları MHP seçmen eğilimi artmış gözüküyor.

Sanırım CHP yöneticileri hala Gündoğdu Meydanını dolduran insanları makul ve sessiz çoğunluk sanıyor ki onların oylarının kendilerine yeteceğini düşünüyorlar. Oysa Türkiye 72 milyon ve hepsini o meydanlara sığdırmak mümkün değil.
Cenk SARIGÖL

27 Ağustos 2007

C.başı Veda Ederken, Başbakan ve Bekir Coşkun

C.başı Veda Ederken, Başbakan ve Bekir Coşkun


Hürriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun köşesinde birkaç kez, “ben Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını tanımıyorum. O benim cumhurbaşkanım olamaz. Hiçbir zamanda olmayacak. Ne yapalım 7 yıllı böyle geçireceğiz” ana merkezli ve cümleler kullanarak yazılar kaleme aldı. Başbakan ise bence çok yanlış bir şekilde “Tanımayan çeksin gitsin. Kendi cumhurbaşkanını seçebileceği bir yere iltica etsin” dedi. Hızla tirajları düşen Hürriyet ve Doğan Grubuna bağlı gazeteler olayın üzerine atlayıp, başbakanın sözlerini “artık kendisini ve ekibinden birilerini sevmeyenleri ülkeden kovmaya başladılar. Bunlarda hoşgörü, uzlaşma, eleştiriye tahammül yok” türü yazılarla kendilerince karşı saldırıya başladılar.Bir kere başbakan R.T. Erdoğan’ın yaptığı açıklama yanlış hatta stratejik olarak Bekir Coşkun gibi bir adamı muhatap alarak siyasetende iki kat yanlış. Fakat başbakanın ruh halinin parti içi dengelerden sıkıntıda olduğunu ve bu açıklamasının bunun yansıması olduğunu söyleyebilirim (daha fazla bu konuya girersem yukarıdaki sözümü yemiş olurum ki bu bize yakışmaz). Başbakan sevmeyen değil, tanımayan dedi. Çünkü Uğur Dündar’ın sunduğu programı sonuna kadar izledim. Söz gelimi ben de görev süresi epey zaman önce dolan uzatmalı C.başı Sayın A.N. Sezer’i ilk başlardaki demokratik ve hukukun üstünlüğüne vurgu yapan açıklamaları hariç sevmedim. Sevemedim. Bunda bir partinin yanlısı görünümü belki etkili olmuştur ama sevmedim işte, tüm benliğimle sevmedim. Ama ona ve işgal ettiği makama saygımı korudum. Hep “C.başkanımız” dedim.Şimdi Bekir Coşkun sevmek değil, tanımamaktan bahsediyor. Bu tanımanın sınırı ne olacak? Abdullah Gül’ün davetlerine, resepsiyonlarına katılmayabilirsin. Ödül verse ret edersin. Peki, tanımadığın makamın onayladığı kanunlara, yönetmeliklere karşı isyan mı edeceksin? Cumhurbaşkanı aynı zamanda Ordunun en üst rütbeli komutanıdır. Seferberlik ilan ederse askerden mi kaçacaksın? Doğan Medyası bunları görmezden geliyor. AKP’ye oy veren hatta CHP’ye oy vermeyenleri de katabiliriz. “göbeğini kaşıyan adamlar, bidon kafalılar” diye tanımlayan bu insan değil miydi? Seçiminde 367 şartı aranmadığı için bence şaibeli eski C.başı Süleyman Demirel, “başörtülüler bu şekilde okumak istiyorsa başka ülkeye gitsin. Suudi Arabistan’a gitsinler, İran’a gitsinler mesela” dediğinde, Bekir efendi Demirel’e “onlara şimdi oralara gitmek için deve lazım” diye yazmıştı. O zaman Demirel’e “ya sen nasıl bunları söylersin bu insanlar bizim insanımız. Sen böyle bir yetkiyi nereden alıyorsun?” diye sormadı – sorgulamadı. Başbakan yanlış yaptı. Ama şuan linç kampanyası şeklinde hınçla başbakanı eleştirenler zaten yanlışlarını hiç kabul etmediler. Ne o gün nede bugün. İşte adalet böyle bir şey bir gün herkese lazım oluyor.


Ben Bilmem
“22 Temmuz 2007 Genel Seçimler öncesi siyasi yazılarımız sık sık önünüze geliyordu. Sonrasında bıçak gibi kesildi. Sizde bir seçim değerlendirmesini okumak için bekledim. Cumhurbaşkanlığı sürecini sık sık yazdınız ama yine aynı aktörler aynı tutumlarını sürdürürken bir yazınızı bekledim ama yazmadınız. Sanki kaçak güreşiyorsunuz. Niçin yazmıyorsunuz?” diye sormuş. Hamit Gümüş ve buna benzer e-postalarda Cafer Deliçay, Ali İşler, Hayati Söylemez, Mehmet Kaya, Murat Yeke, Bayram Can, Ahmet Çoban, Serkan Mahmutoğlu, Hüseyin Yıldırım, Atahan Özhan, Adnan Kartal, Salim Aykut eksik olmasınlar. Tespitleri doğru, genel seçimlerden sonra ne bir değerlendirme yazdım nede bu konulara girmek üzere kendimi yordum!
Sebebi ise seçim öncesi özellikle “AKP mevcut oyunu korumayı bırakın 3/1 artıracak…” yazmam üzerine bana gönderilen içi küfürlü postalar. Çoğu da özellikle bana e-posta atmak için uyduruk mail adreslerinden. Kafamı kırmak isteyenden, ayaklarımdan sallandırmayı arzu edene oradan yakası açılmadık küfürler savuranlara kadar. Kısaca AKP %34 2002 Genel Seçimlerdeki oyunu 3/1 arttırır demişim diye ne satılmışlığımız ne dönekliğimiz kalmış. Sonuçta 3/1 oy artırımı ile AKP’yi % 45.5 öngörmüşüm. MHP ise lok diye oturdu dediğim rakama, CHP de yanılmışım zira ben %23 -25 arası bekliyordum. Peki seçim sonuçlandıktan sonra arayan tebrik eden olmadı mı? Elbette oldu. Mesela ilk görüştüğüm Cumhur Eren’di ve “iyi tespit etmişsin kardeşim. Tam dediğin gibi oldu (MHP oy oranını kastederek)” dedi. Sonra Ömer Günaydın ve Bekir Çevik de aradılar. Yeter mi ben yetmeyeceğini düşündüğümden küfürlü mail sayısını takdir edici mail sayısı geçmediği sürece geri adım atmayacağım. En azından bu gazetede… Seçim değerlendirmeleri yaptım ama internette yazdığım sitelerde.
Bunca hakaret ve küfrü edenlerin yüzü azıcık kızarmış mıdır? Seçim sonuçlarından sonra bilmem! BENİM ONLAR ADINA BİLE ÜZÜLDÜĞÜMÜ BİLMELERİNİ İSTERİM. Yani işin aslı bu sevgili ve ilgili okurlar.


Köşede ki Resmim
Bazı okurlarda maillerinde özellikle beni uzaktan da olsa tanıyanlar resmimi niye değiştirmediğimi soruyorlar. Çok genç fotoğrafımı koymamın sebebini soruyorlar. Aslında çok genç bir fotoğrafım değil bu. 2004 sonlarında nikah için çektirdiğim fotoğraf yani daha 3 yıllık. Elbette insan değişiyor. Fakat beni fotoğrafıma bakarak, okuyan varsa “okumayın kardeşim” gidin ‘Hülyaca Dergisi’ alın Avşar kızına baka baka onu okuyun. Benim okuyucuya sunduğum fikirlerim, görüşlerim yoksa fiziki durumum değil.
Devlet Kafa Kâğıdın da bile 10 yılda bir fotoğrafın değiştirilmesini zorunlu kılıyor. Evlilikle birlikte değiştirdiğim Kafa Kâğıdı fotoğrafımı değiştirme zamanında söz bunu da değiştireceğim. Kaldı ki Hasan Cemal’den Engin Ardıç’a birçok yazar 10 yıllardır aynı fotoğraflarını kullanır. Biz haber yazmıyoruz ki her gün değişik fotoğraf koyalım köşemize. Köşede aslolan fikirdir. Onun için bu fotoğrafa uzun süre katlanmak gerekecek. Ben böyle tipsiz bir adamı okumam diyenler zaten hiç okumasın ama okumadan da edemeyenler varsa elleriyle fotoğrafı kapatarak okuyabilirler. Tabii bu seçeneklerden sadece birisidir.


Cenk SARIGÖL

20 Ağustos 2007

Olmadı SMS Çekeriz!

Olmadı SMS Çekeriz!
Ülkemizde kullanılabilir su kaynaklarının %10’u Kentsel tüketimde yani içme ve kullanma suyu olarak, %18’i Sanayi sektöründe kullanılır. Geriye kalan %72’i ise Tarımsal Sulamada kullanılır. Küresel ısınmanın getireceği zorluklar uzun yıllardır tartışılıyor, eskiler çoğunlukla “mevsimler dönüyor” dediler küçük değişiklere ama bu yıl köylüden kentlisine herkes bu küresel ısınmanın etkilerini kılcal damarlarından fışkıran terlere kadar hissetti.
Bu arada başkentte siyasi zaferlere imza atan, % 65 gibi bir oy çokluğu ile seçilen Melih Gökçek gibi belediye başkanlarının çuvalladıkları görüldü. “ALLAH su vermedi, biz ne yapalım? Başkan ne yapsın?” türü komik gerekçeler ileri süren zerzevat takımına, sadece “ALLAH akıl vermiş ama sen ne yapıyorsun?” demekten başka cevap bulamıyorum. Bereket bahşedilen aklı mazeret üretmek için kullanıyorlar da paslanmıyor! Mayıs ayında yazdığım bir internet sitesinde “Ağustos başında susuzluktan kavrulacağız. Mevcut başkanlar tv programlarında halka barajlarda şu kadar suyumuz var, günlük tüketimimiz bu kadar, bölersek kışa kadar su sıkıntımız yok diyor. Oysa hiçbirisi sözü edilen aşırı sıcakların buharlaşma oranlarına etkisini, aşırı sıcaklarda artacak su tüketiminin arttıracağı günlük tüketimi istatistiklerine yansıtmamış. Dolayısı ile susuz yaz’a hazır olun” demişim. Keşke haklı çıkmasaydık…
Bu arada garip kampanyalar ve öneriler geldi etkili ve yetkili çevrelerden. En zıvanadan çıkmışı Gökçek’in, “tatile çıkın, siz çıkmıyorsanız ailenizi gönderin. Memleketinize ana-babanızı ziyarete gidin. Büyükleri ziyaret kültürümüzde, dinimizde çok önemlidir” manasındaki garabetleriydi. ‘Suyumuzu Tasarruflu Kullanalım’ kampanyaları başlatsan resmi ve sivil toplum örgütleri ise ne kadar komik olduklarının farkında bile değiller. Garibi halkımızda bu komikliğe safça kananlarda var. Tasarruf önerileri ilginç, bazıları şunlar:
- Traş olurken, diş fırçalarken muslukları açık bırakmayın,
- Banyo için suyu az tüketen sifonlar kullanın,
- Tuvalet rezervuarlarının içindeki şamandıraya pet şişe geçirin daha az su harcansın,
- Musluk suyu ile araba, halı yıkamayın,
- Çamaşırları ve bulaşıkları ılık suda yıkatın, yeterli çamaşır ve bulaşık birikmeyince makineyi çalıştırmayın vb.
Neresinden tutarsın bunları? Düzenli diş fırçalama ortalaması en eğitimlilerinde bile % 35’i bulmayan, kirli sakalla dolaşmayı delikanlılıktan sayan, banyo adeti pek olmayan, parfümü ter kokusunu bastırmak için kullanılan bir şey bilen, tuvaletleri genelde nasıl bulurlarsa bulsunlar ettikleri gibi bırakmak gibi bir adet edinen aziz milletime siz musluk suyundan başka bir halı ve araba yıkayacakları su kaynağı gösterdiniz mi ki? Çamaşır ve bulaşık makinelerinin yurdumun doğusunda kullanım oranı nedir? Böyle bir çağrı yaparken bu makineleri üretenleri, onların AR-GE bölümlerini hesaba katmak daha doğru olmaz mı? Sorularını sormayalım kafalar karışır. Lakin bu komik önerileri üretenler hakikaten bu halkı tanımaktan aciz olduklarından tasarruf beklentileri hoş bir seda olarak kalacaktır. Yoksa zaten haftada en fazla 2 kez traş olan ve yıkanan, tuvaletten çıkarken sifon ve fırça kullanmayı gerekli görmeyen bir millete bunlardan ‘su tasarruf et’ demek, “saç-sakal birbirine karışmadan kesme, 5 metre ötendeki ter kokunu duymuyorsa yıkanmana gerek yok, pislik hela kapının altından sızmadığı sürece su dökmene gerek yok” demek değil midir?
Gelelim işin can alıcı yanına: sadece tarımsal sulamada kullanılan suyun % 50’sinde damlama sulama yöntemine geçilmesi, genelde %10 tasarruf sağlar. Elbette Konya Ovasında kullanılan suyun kentsel tüketime yansıması uzun olacaktır. Gayretkeş ve çalışkan belediye başkanlarımız ve onların gözdeleri garip öneriler getireceklerine neredeyse içme ve kullanma suyu olarak evlerimizde akan sularla aynı kaynakları tüketen sanayide kullanılan suyu yani toplamın %18’ini ve evsel kullanımın yani toplamın %10’unu arıtma tesislerinde toplayıp tekrar kullanılabilir hale getirirse en hızlı çözüme kavuşuruz. Elbette bu sorumluluğu almak zor olduğundan sayın yöneticilerimizin yellemeleri vatandaşa ‘tasarruf yapın’ demeye yetecek kadar sıkıyor.
Kısa ve acil çözüm aslında basit: evsel kullanılan %10 + sanayide kullanılan %18 = %28 eder. Bunun sadece yarısını rafine edip tekrar kullanılabilir hale getirmek, %14’lük bir tasarruf sağlar. Ama ne gerek var değil mi? Siz vatandaşın üstüne atın topu, oysa %10’dan %20’lik bir tasarruf sağlasanız bu toplamda %2 eder. Nerde %14, nerde %2? Gel de anlat bunu… Aslında bu halkımızın çok da umurunda değil! Hatta Avrupada günlük kişi başına düşen su tüketimi 450 lt. ike bu ülkemizde 210 lt.’dir. Yani gelişmişlik birazda kullandığınız su miktarı ile ölçülür. Gerçi bunları bilmeye, dert etmeye ne gerek var siz YAĞMUR’a bir SMS çekin olsun bitsin. Nasılsa dua etmek çağdışı, hatta sorumluluktan kaçmak için halka sunulan bir mama… sizde Yağmur’a bir Armağan SMS gönderin. Oysa babası PTT müdürü neden sms ister anlamadım. Bir PTT müdürüne yakıştıramadım. PTT Müdürü dediğin fax, telgraf çeker, mektup, kartpostal atar, hadi olmadı telefon açar ama SMS de nereden çıktı şimdi? SMS ile Yağmur Dua’sımı olurmuş. Allah ‘Yağmur’ yazıp bilmem kaça gönderene su mu verirmiş! Aklım karıştı ya… galiba Torbalı SMS çekmekten düşünmeye vakit bulamayacak…
Cenk SARIGÖL

10 Ağustos 2007

AKP Yola: Yukarı veya Aşağı Devam Eder

AKP Yola: Yukarı veya Aşağı Devam Eder

Cumhurbaşkancılığı adayı konusunda AKP de kafalar karışık, 22 Temmuz seçimlerinde iyice çuvallayan egemen medyamızın abarttığı kadar olmasa bile parti içinde ciddi kırılmalar yaşanıyor. Seçim meydanlarında Sayın A.Gül’ün mağduriyetini de dile getirerek, “Abdullah kardeşimin seçilmesini engellediler. 367 diye tutturdular. Bende size aziz milletime sesleniyorum: verin 367’yi…” şeklinde konuşmalar yapan sayın başbakanın, cumhurbaşkanlığı konusunda sesinin çıkmaması çok ilginçtir. Buna karşın A.GÜL’ün, bir basın toplantısı düzenleyerek, “meydanların sesini görmezden gelemem…” açıklaması cumhurbaşkanlığı adaylığının sürdüğüne işaret etmektedir. Krizlerden beslenen egemen medyanın bunun üstüne atlaması ilginçtir. Evet! başbakan ve kardeşim dediği A.GÜL arasında milletvekili adaylarının belirlenmesi sürecinden beri iyice açılan boşluk yeni su yüzüne çıkıyor. Başbakan eğer seçimden hemen sonra “biz aynı yerdeyiz. Halkımız bize doğru yoldasın dedi. Kardeşim Abdullah Gül partimizin Cumhurbaşkanı adayıdır” şeklinde bir açıklama yapsaydı buna kimse karşı duramazdı. Sanki başbakan Gül’e saldırılması, krizin depreşmesi için yol veriyor. Tüm bunlara karşın MHP Lideri Devlet Bahçeli çok ustaca bir manevra ile bu çatlağı gördüğünü ispatladı ve oyuna dâhil oldu. Böylece hem CHP’ye demokrasi dersi verdiler (Deniz Baykal’ın Bahçeli’yi görmezden gelen, selam vermeden yanından geçişleri neden sanıyorsunuz?), hem de Erdoğan’ın istediği hamleleri atması yönünde sürdürdüğü süreçte manevra alanını daralttılar.
Başbakan Erdoğan’ın bugün siyaseten önünde hiçbir rakip bulunmuyor. Ne muhalefette nede parti içi dengelerde aslında tek adamdır. ALLAH vergisi bir karizması olduğu muhakkak ama gözlerden kaçan en önemli şey Tayyip Erdoğan hayatında siyaseti meslek olarak yapan ve ortaokul yıllarından beri siyasi teşkilatların içinde yoğrulmuş, siyasetin her kademesinde bir fiil bulunmuş bir liderdir. Karşısında bu özelliklerle baş edebilecek siyasi tecrübeye sahip rakip yok. Muhalefet liderleri, Devlet Bahçeli ve Deniz Baykal akademik kariyerleri olan çekirdekten siyasetçiler değildir. Aynı şekilde AKP içinde de durum farklı değildir.
22 Temmuz seçimlerinde Erdoğan partisinin vekillerinin 3/2’sini değiştirdi. Elenen vekilleri kategorize edersek iki ana özellikte toplayabiliriz:
1- Milli Görüş kökenli ve Milliyetçi – Muhafazakâr adaylar elendi.
2- 1 Mart teskeresinde ABD askerlerinin topraklarımızı geçiş üssü ve harekât merkezi olarak kullanmasına ‘hayır’ oyu verenler ayıklandı.
Elenenler içinde Mehmet Elkalkmış gibi tüm siyasi partiler ve sivil çevreler tarafından Refah Partisi döneminden beri saygınlık kazanmış, takdir edilen TBMM İnsan Hakları Komisyon Bşk.lığını hakkıyla yapmış isimler bile var. Tüm bunlara karşı Amerikancı yapıları ile bilinen, ismi başbakan danışmanı sıfatı ile ABD yetkililerine Erdoğan’ı kastederek, “bu adamı harcamayın, kullanın…” dediği öne sürülen Cüneyt Zapsu ve Eğemen Bağış gibi isimler yerlerini korudukları gibi onlardan daha Amerikancı tanımlanan Mehmet Şimşek gibi, karikatürist Salih Memecan’ın eşi Nursuna Hanım vb. yenileri eklendi.
Asıl önemli olan parti içi, dengeleri oluşturan gruplar dağıldı veya Erdoğan tarafından dağıtıldı. Bülent Arınç ile birlikte hareket eden Milli Görüş kökenliler dışarıda bırakıldı. A.latif Şener ile birlikte ekibi tasfiye edilmiş oldu. A.GÜL’e ise neredeyse Kayseri dışında inisiyatif bırakılmadığı, arkasında 341 vekilden 25-30 kadarının şahsıyla hareket edebileceği söyleniyor. Yani Erdoğan’dan ötesi yok AKP de…
Seçim öncesi ve hemen sonrası Bülent Arınç ve ekibi üzerine yıpratma ve karalama organizasyonu başlatan tekel basın grubunda bu işin liderliği Ertuğrul Özkök ve Ahmet Hakan Çoşkun tarafından çekiliyordu. Arınç, TBMM başkanlığı için aday olmadı. Sırayı A.GÜL’e getirdiler. Ben A.H.Çoşkun’un doğrusu başbakanlık sözcüsü Akif Beki ile günde kaç kez görüştüğünü merak ediyorum. Geçen hafta AKP Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) toplantısından ayrılırken Başbakanlık Sözcüsü Beki ile karşılaşan Gül’ün bazı MKYK üyelerinin önünde Beki'ye tepki gösterip, medyada aleyhinde çıkan yazı ve haberlere değinerek, "Çıkan yazılar rezalet. Neden müdahale etmiyorsun, açıklama yapmıyorsun?" diye azarlamasını nasıl değerlendireceğiz?
Uzlaşı diye milletin verdiği oyu görmezden gelen gözler var. Bu şımarık ve şaşırmış güruh şimdi seçim öncesi dillendirdikleri “oy oranı % 20’lere gerilemiş bir partinin (AKP) 7 yıl görev süresi olan c.başını seçmesi kabul edilemez” halktan kopuklukları 23 Temmuz sabahı salt gerçeklerle buluşunca farklı bir saldırı yöntemi geliştirdiler; ‘aslında A.GÜL cumhurbaşkanlığı için yeterli özelliklere sahiptir. O makamı hak etmiştir. Seçim sonuçları kendisini desteklemektedir. Fakat milleti ve devletim kurumlarını germemek adına fedakârlık yapmalıdır.’ Şimdi gel de sorma! AKP’nin Tayip Erdoğan değil de A.GÜL’ü aday belirlemesi, A.Gül’ün Anayasa Mahkemesi kararından sonra c.başkanlığı seçimi diğer turlarına devam etmeyeceği açıklaması ile çekildiğini söylemesi, Bülent Arınç’ın TBMM Başkanlığına tekrar aday olmayacağını açıklaması birer fedakârlık değil mi? Peki ana muhalefet CHP ve Baykal nerede? Gene ‘çatışma çıkar’ söylemi ile bence yersizliğe devam. Bu medya bozguncuları acaba ana muhalefet liderine “Sayın Baykal ülkeyi germenin anlamı yok. Halkımız tercihini göstermiştir. Buna uymanız gerekir. Hatta fedakârlık yapın ve istifa edin” türü yazılar kaleme almaları daha doğal olmaz mı? Hatta ve hatta bu seçim tahminlerinde çuvallayan, milleti abuk sabuk düşünceleri ile yönlendirdiğini sanan köşe fikirsizleri “biz bu işi kotaramadık. Ağzımızın payını aldık. Bir fedakârlık yaparak köşelerimizi bırakalım” kampanyası başlatsa gene mantıklıdır. Ama aynı adamlar sanki bu ülkede seçim olmamış, halk genel seçimle cumhurbaşkanı adayını onaylamamış gibi davranarak, A.GÜL’ün şahsına saldırıya geçmek tek kelimeyle: ahlaksızlıktır.
Peki A.GÜL’ü aday göstermeyen bir AKP bunu seçmenine halka nasıl anlatır? Adaylıktan çekilen Gül aynı zamanda kendisi hakkında söylenen ‘demokrasi ve cumhuriyete sözde bağlı’ dâhil tüm sözleri kabul etmiş sayılmaz mı? Bunları kabul etmiş bir kişinin siyasi ikbali olabilir mi? Halkın tüm desteğine rağmen cumhurbaşkanı adayını değiştiren egemenlerin AKP, egemenlerin ve silahı olanların önünde diz çökmüş, iktidar olmuş, muktedir olamamış havasını pekiştirir. Bu durumda seçim sloganı “yola devam” olan AKP belki yola devam eder ama yukarı değil aşağı doğru bir gidiştir bu istikamet. Bu halk oy’unun çarçur edilmesini kabul etmez.
Şimdiye kadar yazdıklarımızdan bir şey çıkaramayan ve aklı karışanlara şunu belirtelim ki, eğer muhalefet gerçekten kendi projeleri, programları ve düşünceleri ile AKP’ye alternatif oluşturmak yerine, gayri ahlaki yöntemler, askeri vesayet özlemleri, haksız ve halk karşıtı söylemler takındığı sürece muhalefetten öteyi bu halkın oylarıyla sadece hayal eder. AKP’ye gelince A.GÜL’ü aday göstermeyen, Tayip Erdoğan’ın tek karar mercii ve otorite olduğu parti artık düşüş trendine girmiş demektir. A.GÜL’ün adaylığını özellikle dış dinamiklerin istemediğini, 1 Mart teskeresinin reddinde Gül’ün başbakan olduğunu, birilerinin gurup kararı almak için uğraşırken A.Gül’ün “ya erteleriz isteyen gelir geçirir. Yoksa ben işi meclis iradesine bırakmak taraftarıyım” dediği dışarıya sızmıştı. AKP milli duruş ağırlığını kaybediyor. Bu sonun başlangıcıdır. Hala anlamayanlar ne olur gayret edin bana Tayip Erdoğan ve A.Gül arasındaki farkları yazdırmayın!
Cenk SARIGÖL

8 Ağustos 2007

Yeni Yine Yeniden

Yeni Yine Yeniden
17 ve 18 Mayıs 2006 da yazdığım bir yazıyı tekrar önünüze sunmak isterim. Dikkat şimdi okuyacağınız cümleler bundan 1 yıl 3 ay önce yayımlandı:
Daha önce yazmıştım. Takriben bundan 2-3 ay önce Büyük Torbalı Gazetesinde ‘cumhurbaşkanını bu meclise seçtirmeyecekler’ diye… Üzülerek belirtmeliyim ki senaryolar tek tek devreye sokulmaya başlandı. Cumhurbaşkanlığı Türkiye de yetkileri çok fazla ama sorumluluğu çok az bir makam. Neredeyse yarı başkanlık sistemlerinde olduğu kadar yetkileri var fakat buna karşı önerdiği ya da geri çevirdiği yasaların uygulanamaması-uygulanmasından bir sorumluluk taşımıyor. Emperyalist güçler bu meclisin cumhurbaşkanını belirlemesine müsaade etmeyecekler. Zira şimdi görevde ki milletvekilleri CHP ve Ak Parti olarak 1 Mart teskeresine “hayır” dedi. Öyleyse bunların seçeceği ve içlerinden çıkaracağı bir cumhurbaşkanı emperyalistlere bir hayır getirmez!
Olası bir İran-Suriye-K.Irak harekâtı üstünde düşünürseniz cumhurbaşkanı seçimi çok önemli çünkü cumhurun başı aynı zamanda ordunun yani genelkurmayın başıdır. Artık bu meclisin cumhurbaşkanını belirlememesi için erken seçim, cumhurbaşkanının istifası, muhalefetin istifası ile cumhurbaşkanını bu meclisin seçmesi önlenmeye çalışılacaktır.
Muhalefetin telaşını anlamak mümkün değil. Anayasaya göre cumhurbaşkanını nasıl seçileceği belli… Yok “genel seçime 6 ay kala seçilecek cumhurbaşkanı meşru olmaz” yok, “% 34 oyla iktidar olan bir partinin seçtiği yasal olmaz” ne garabet şey bunlar. Ne yani cumhurbaşkanının kim olacağına % 20’lerin altına düşmeye devam eden bir parti mi karar verecek? % 34 Türkiye de bir iktidar partisi için çok yüksek bir oy oranıdır ve seçmeye yetiyorsa cumhurbaşkanını da seçer. İleri de Hikmet Çetin’in Cumhurbaşkanlığını gündeme getirecekler. Siz Afganistan da ki görevinin niçin uzatıldığını ve durmadan bir ödül verilmesinin sebebini ne sanıyorsunuz? Hele bir seçim yaklaşsın görevinden ayrılırken ne şaşalı törenler yapılacak ve televizyonlarda-gazetelerde günlerce gündem olacak göreceksiniz.
Eğer Hikmet Çetin olmazsa Ak Parti içinde muteber statüsü verilen Abdullatif Şener, Vecdi Gönül, Nevzat Yaltıntaş üzerinden umutlar sürdürülecek ama R. Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Abdullah Gül, gibi isimlere kesinlikle yol verilmemeye çalışılacak. ”

Dikkat edin bunları 1 yıl 3 ay önce yazmışım. Yani daha ortada c.başı tartışmaları yok! Öngörülerimin çıkmasını yazmaya kalksam yerimde saymam gerekecek! Çünkü hep onları ele almaktan yeni yazmaya fırsatım olmayacak bu yüzden güncel konuları yorumlamaktan bigane kalacağız! Fakat insan yinede en azından okuyucusundan bunları fark etmesini, bunları ifade ettiği tanıdık ve çevresinden “ya kardeş sen söylemiştin” türü okşayıcı sözler beklemiyor değil! En azından gazetenin arşivi var.
Evet bu 22 Temmuz genel seçimleri ile eski olan meclise C.başını seçtirmediler. Tayip Erdoğan’a kafadan karşı çıktılar, Bülent Arınç’ı ise zaten kara listeye aldıklarını çok önceden söylemişlerdi. A.Latif Şener için önce ‘olur’ sonra ‘olmaz’ dediler. Vecdi Gönül’e ise hep hasır altında ‘çıkarında bir düşünelim, bizim için ehven-i şer’ gözüyle baktılar.
Hikmet Çetin bizim daha Afganistan da NATO Koordinatörü olarak görevliyken dile getirdiğimiz, ‘c.başı seçim sürecinde derin devletin adayı olacak’ sözümüzü doğrular nitelikte kamuoyuna sunuldu. Hakkında anketler yapıldı. Köşe yazarları gündeme getirdi. Ben o yazılarımda ‘derin devletin adayı olacak’ demiştim ama seçileceğini kesinlikle söylemedim. Bazı kendini hala solcu sanan halktan kopmuş burjuvalar (aslında en güzel tabir Levent Solbaş’ındır: ‘tatlı su sosyalistleri’) Hikmet Çetin isminin üstüne abandı. Zaten daha önceden ‘c.başı meclis dışından olsun’ diyorlardı. Neymiş A.Necdet Sezer gibi tarafsız bir c.başı olurmuş! Ya bu hükümet Sezer’in taraflılığı konusunu gündemine almıyorsa devlet yönetme sorumluluğundandır. Açtırmayın kutuyu söyletmeyin kötüyü…
Bir de Türk siyasetinin yaşayan en silik genel başkanı var. O da ‘uzlaşı’ istiyormuş. Bahsettiğim ikinci Sezer yani DSP Genel bşk. da kendince fikirdaşı solcu Eskişehir Belediye Bşk. Yılmaz Büyükerşen’i aday göstermekten bahsediyor. Bu ülkede nedense üzerinde uzlaşılacak makul isimler hep tescilli solcu olursa makbul! Hikmet Çetin hayatı boyunca sol çizgide kalmış, SHP, CHP’de üst düzey yönetici, bakanlıklar yapmış ama tarafsız! A.Gül taraflı! Yesinler sizin öngörülerinizi… Daha elhemi ise Abdullah Gül için Amerikancı (haşa ABDullah) suçlamalarında bulunanlar iş Hikmet Çetin'e gelince 'tarafsız, milli, Hikmet abi' gibi bizden tabirler kullanıyor. Demek A.GÜL Amerikancı ama yıllarca Afganistan da NATO ve ABD güçlerinin Koordinatörlüğünü yapan Hikmet Çetin değil ha? ha ha hah vallahi ağzımla gülüyorum.
Silik genel başkan hadi Büyükerşen’i 13 vekilinizle aday gösterinde göreyim. C.başı seçiminde asıl olan adayın meclis içinden çıkmasıdır. O yüzden bir milletvekilini aday göstermek için 20, dışardan birisinin aday olabilmesi için 110 milletvekilinin imzalı önerisi gerekir. Sezer soy isminde ki sıfatı taşımıyor! Adındakini de size bırakıyorum. Baksanıza 13 vekille meclis dışından birini c.başı adayı gösterecekmiş!
Dün ‘uzlaşı’ isteyenler gene aynı yerde, demokraside en büyük uzlaşı seçimdir. Halk size şaplak felan atmadı kocaman bir Osmanlı Tokadı yediniz. Hala aklınız başınıza gelmediyse bence boşuna uğraşmayın, bu tokat onu öyle dağıtmıştır ki artık toplayamazsınız. En iyisi biz sizi bu halinizle kabul edip, uzlaşalım gitsin.
Cenk SARIGÖL

2 Ağustos 2007

Köylülük

Köylülük dediğin
A
klım ermeye ve okumayı söktüğümden beri özellikle lise yıllarına kadar “ne bulduysam okudum” denir ya öyleydi. Beklide okuma aşkını bana dedem kazandırdı. Dedem okuma-yazma bilmez yani “ümmi” denilir ya öyledir. Çocukluğumun 5-6 yaşlarını ana dedemlerin yanında geçirdim. Tütüncülük o zaman daha kotalı hale gelmemişti ve yazları çardaklara göçülürdü. Kırmandalı, semer, gece tütün kırma, gündüz sal altında köfelere tütün dizme, kırmandalıda kurutma, sandıkta presleme doğrusu bizim köyün (Arslanlar) tarım ürünleri ve çeşitliliğinden faklı bir üretimdir. Tek ortak ürün belki o dönemlerde zeytindi. İşte böyle çardaklarda ‘löküs’ denilen piknik tüpüne bağlı ışıklarda çalışılırdı. Dedem köye sık sık gider gelirdi. Gelirken kahvelerden eski gazeteleri toplar, bana gündüz tarla kıyında kara incir ağacı, gece löküs ışığı altında bunları okuturdu. Öyle mutlu olurdu ki ben okurken, sanki onun mutluluğu beni titretirdi.
İlkokul için Arslanlar’a döndüğümde Falaka’yı çok özlemiştim. Şiveyi, nohut hamurlu fırın ekmeğini, lobiyayı, lahana yapraklı börülce taneli tarhanayı… İnsan gelişiminde küçük ayrıntılar önemlidir. Ben okuma bilmeyen dedemden okumanın önemini öğrendim. Öyle hayıflanırdı dedem ‘bende okuyabilseydim’ diye…
Arslanlarda ağırlıklı olarak pamuk, susam ve karpuz yetiştirilirdi. Pamuk artezyenlerden çekilen 1-2 metrelik kuyulardan çıkan suyla kürekle el emeği ile sulanırdı. Okumak iyi bir tutkudur. Tüm tarla komşularımız bilir, karık değiştirdim mi kitap açılır mandal dolana kadar 1-2 sayfa okunurdu. Traktörün anahtar kutusunda naylon poşette tozdan küflenmiş gres yağlı poşette yedek kitabım olurdu. Koltuğun arkasında ise okuduğum. İnanır mısınız? Onca okuduğumu gören kimse ‘ya sen ne okuyorsun?’ diye sormadı. O dönemlerde en fazla kızdığım yazarların başında Çetin Altan gelirdi. Altan’a çok kızardım çünkü sürekli köylülüğü eleştirirdi, aşağılardı. Benimki beklide reflektif bir şeydi. Hani köylüyüz ya! Köyde yaşayıp, köylü gibi iş görüyoruz ya! Çetin Altan’ın bahsettiğinin bir zihniyet meselesi olduğunu elbette kavramıştım ama yinede köylü asabiyetten kurtulmam ve ona olan öfkemin, hayranlığa dönüşmesi epey sürdü.
Liseyi yıllarında okuma durumları eskiye nazaran durulma oldu ama Türkçe Hocamız Fevzi Tek’in bu yöndeki teşvikleri geri gitmemizi engelledi. Lise bittiğinde aklımız olduğunu düşünüp! satmaya (ne satması bedava bedava) çalışmaya başladık. Üretim sitillerini değiştirmekten, ürün çeşitliliğinin genişlemesine kadar. İşte biz 1990’larda bunlardan bahsederken konuştuğumuz insanlar daha sonrada kahvede dedikodumuzu yapıyormuş. Ha başkası bunu yaparken sanki söylediklerimize biz kendi babamızı ikna edemedik ki! Damlama sulama konusunda özellikle modern üzüm bağını ektiğimiz 1990-1993 de ısrarla babama uygulamaya geçelim demiştim. Olmadı, yapmadı, yapamadık. Bırakın damlama sulamayı çeşmeli karık sulamaya bile zorla geçtik. Köyde ilk biz uyguladık. Onu da babama sifon aldıramadık gittik ortanca kardeşim ile eski bir dinamo hortumunu uygun uzunluklarda kesip, mandallara gömdük. Bunu bile zor yaptık ve izinsiz uyguladığımız için epey bir fırçalandık. Üstelik gene mandalları yapmıştık. Fırça üzerine ikinci el sulamada eski yöntemle kürek ve güneşin altında dikilerek sulamaya devam ettik. Babam ancak çevrede yaygınlaşıp, görmeye başlayınca tamamen ikna oldu.
Burada, Yankı Gazetesinde, Gazete Torbalıda elinizdeki gazetenin boyutu ile tam yarım sayfa ve üzerinde 6 yazı yazdım. “Çiftçilere Notlar” başlıkları ile… Bu gazetelerin köylerde okunmadığını sanmıyorum. İnanın hiçbir köylümüz bu konuda ne eleştirdi ne de övdü. Sadece bu yazılarımı okuyan Torbalı Üreticiler Birliği Bşk. Durmuş Yadık aradı teşekkür etti. Yüksek Ziraat Mühendisi Kemal Park ise benimle tanışmak için aramış beni buldu, konuştuk, tebrik etti. Hatta beni Ziraat mezunu felan sanmış, Uluslar arası İlişkiler Bölümü olduğunu öğrenince şaşırdı. Gerçi babamı tanıdığı ve çiftçilik yaptığımızı bildiği için uzun sürmedi şaşkınlık. Şimdi ben Kemal Park’ın övgülerini beni köy, sulama, üretim biçimi, ürün çeşitliliği konularında yazdıklarım için tebrik etmesini, tüm köylüler beni eleştirse dengelemiş sayılır mıyım? “Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz” demiş atalarımız.
Daha bu yılın başında kardeşlerime, tanıdığım köyümden, köylerden çiftçilere “susuzluğa dayanıklı ürünler ekin, mısırı tercih etmeye çalışın. Pamuk kesinlikle ekmeyin” dedim. Şimdi millet “ürünümüz tarlada yanıyor” feryatlarında… Ağlamak yok! Önce köylülükten yani köylü zihniyetinden kurtulacağız. Dünyanın üretim anlayışı değişmiş bizimkiler daha demode ve muhafazakâr takılıyor! En sevmediğim şey ama “ben demiştim böyle olacağını” demeyi... Ama söylemiştim: hem de taa 1985 yılında ortaokul öğrencisiyken, birlikte dershaneye gittiğimiz bir yaz tatilinde Aslanlar ilkokulunun bahçesindeki çeşmenin üstünde otururken Özgür Alan’a ‘küresel ısınma, buzulların erimesinden, eskiden Efes Harabelerine kadar deniz olduğundan, denilerin yükselmesinin köyümüzü tekrar bataklığa çevirebileceğinden’ Kendisi hatırlar mı bilmem! Gerçi benim anlattıklarım Bilim ve Teknik Dergisini sıkı takip etmemdendi. Yani okumamdan. Yoksa ne kâhiniz ne de gelecekten haber verdiğimizi söyleyecek kadar sapıttık.

Cenk Sarıgöl

Yüz Karası

Eskiden genç ve güzel kızlara hem nazar değmesin hem de güzelliklerinin başlarına iş açmasının engellemek için evden çıkarken anneleri, babaanneleri avluda her zaman kaynayan kazandan is sürermiş. Böylece kızlar ay parçası olmaktan beri kalır, hem nazardan hem de güzelliklerinin başlarına iş açmasının (kaçırılma) önüne geçilirmiş. Yüzlerine kara çalınan kızlar elbette güzelliklerinden bir şey kaybetmiyordur ama yüzlerine kara çalınıyordu işte! Güzellerin başına, güzelliklerin başına böyle şeyler geliyor demek. Hani “güzellik başa bela” dedikleri gibi…Dışarıda yaşayan Torbalıların işi ne zormuş Yarabbi! Böyle bozuk imaj mı olur? Eskiden “Torbalılıyım” desen hemen muhatabın Opel, Marlboro, Camel, Tamsa Seramik gibi dünya ve ülke çapında fabrikalarımız ve ürettiklerimiz akla gelirdi. Şimdi isle Armağan Uzun – Bülent Ersoy ilişkileri, Atatürk’ün yanına kendini yakıştırma akıl almazlığı. Oysa bundan 18 yıl önce bile bu ilçe Dünya tarihinde ilk kazı çalışması başlatan belediye (Metropolis), Güz Etkinlikleri, Üniversite eşgüdümlü şehir planlamacılığı gibi başarılarla gündeme geliyordu. Armağan Uzun olayına ben hiç girmedim bir kere okur zorlamaları ile onların görüşlerini aktardım ondada neredeyse Bülent Ersoy bizi dava edecekti ki avukatları bir şey çıkmayacağına kendisini ikna etmişler. Neden girmediğimi bu konuya anlatabildim mi? Düşünsenize Bülent Ersoy ile davalık olacağım! Aynı mahkemede davalı ve davacı olarak bile bana utanç olarak yeterdi. Ha bu arada beni başkasının onunla aynı yatağa girmesi magazin basını gibi alakadar etmez. Ne yaparlarsa yapsınlar ama bunu milletin gözüne sokmasınlar.Sayın Belediye başkanımızı da bu birlikteliğe verdikleri destekten dolayı… Eminim kendi çocukları içinde böyle bir gelecek düşünüyordur. Zira bu birlikteliği onaylamasa taa Çeşmelere gidip nikâh kıymazdı herhalde? CHP’li belediye meclis üyelerimizin bu konudaki çabaları su götürmez. Hepsini tek tek tebrik ederim. Torbalımızın tanıtımına büyük katkı sağladılar. Bu aşk evliliğine destek veren Uzun ailesi de modern bir aile olarak örnek olmalıdır. Düşünsenize anne uzun “Biz oğlumun kararına saygılıyız ve bu para için yapılmış bir evlilik değil.” Dedi. 07/07/2007 gecesi nikah sonrası çift arabaya biniyor: o da ne? Şoför baba Uzun, gelinin sağdıç’ı anne Uzun. Bu bile evliliğin para için yapılmadığını gösteriyor aslında…Artık Avrupa Birliği bizi eşcinsellere ayrımcılık yapılıyor diye suçlayamaz. İstanbul da dernek kurdular, evlenebiliyorlar daha ne olsun! Torbalı olarak AB önündeki bir engeli kaldıran sevgili, saygılı, sayın, mütedeyyin Armağan ve ailesine teşekkürü borç biliriz. Armağan ve Bülent ilişkisi – evliliğine internet sitelerinde yapılan yorumlar çok acımasız doğrusu, bunca hakareti hak ediyorlar mı? Küfrün bini bin (çok oldu yav) para! Olsun onlar mutlu bir evlilik yapıyor. Hatta Sayın Bülent eşine hiç mutfak işi yapmamasına rağmen (muhtemelen annesi bu durumu önceden görseydi öğretirdi. Babasının odun kırmasını öğretmeye çalışmasına da mani olurdu) kahvaltıda domates soslu karides yapmış! Ersoy zaten 3 öğün et yemesiyle meşhur. Et girmeyince içeri doymadığını İBO Şov da söyledi.Magazinciler Torbalı sokaklarında kol gezdi. Bir vatandaşımız çıktı ‘bu ilişkiyi onaylıyor musunuz?’ sorusuna, ‘beni annem erkek doğurdu. Yiğit doğurdu” dedi. Bir bayan ise aynı soruya ‘onaylıyorum’ dedi ama ‘sizin oğlunuz olsa?’ sorusuna ‘asla’ dedi. Ya bu millet dalga geçiyor ya!Tam yazıyı bitiriyorum. Sevgili, saygılı, yakışıklı milli damadımız daha evleneli (Bülent Ersoy’un aldığı söylenen ev değil bahsettiğim) 20 gün olmuşken, 20 yaşında bir kızla aleni yakalandı. Seviye bu işte! Eh yazıyı da baştan yazacak kadar bunlar için vaktim yok. Milletvekilinden belediye başkanına, meclis üyesinden garip vatandaşıma kadar size sesleniyorum: ben bir kampanya başlattım. Bu ilişki bitmesin diyorsanız ‘ahlak’ yazın belediye başkanımıza ve eski vekilinize cepten gönderin. Nasılsa sonuçları hizmetten başı dönmüş sayın belediye REİSimiz onlara iletir.

Cenk SARIGÖL