23 Eylül 2007

Çerkes Kopuntusu (Diaspora) Olabilmek

Diaspora (Kopuntu) Olabilmek

Hızla eriyen bir kimliğimiz olduğu gerçeğini kabul etmeden yol almamız zor. Varlığını sürdüren, gelecekte de sürdürebilme becerisine sahip olmadan kale alınmayı beklemek abesle iştigaldir. Geri dönüş mü? Belki! Her nesil içinde yavaş yavaş yiten Kafkasya özlemine rağmen belki… Geri Dönüş tecrübelerinden biliyoruz ki bu iş o kadar da kolay değil. Hâsılı bize dedelerimizden aktarılan zihinlerimizde ki Kafkasya ile şimdiki gerçek Kafkasya arasında uçurum var. Zaten gidenler ilk hayal kırıklığını zihinlerinde yaşıyorlar. Biz hala 17. yy. Kafkasyasında iyi atlara binmiş dörtnala karlı dağlara at süren insanlar canlandırıyoruz zihinlerimizde... Oysa gerçek bambaşka, Müslüman Kuzey Kafkasyalı (Kısaca ‘K.K’ diyeceğim) büyük sürgünle çoktan terk etmiş olsada coğrafi, fiziki varlığını, K.K belleğinde hep işgalini korudu. Lakin K.K Müslümanları terk ettikten sonra denge bozuldu. Ruslar o günden beri farklı bir metot uyguladı: Müslüman olmayan K.Klıyı kayırdı, kollar gözüktü, bizdensin havası takındı hep. Gelinen noktada bu politik duruşu ile kısmen başarıda kazandı. Şeyh Şamil döneminde K.K halkları büyük çoğunlukla sadece bağımsızlıkları için savaşmayı bilmişlerdi. Eğer bugün “Bağımsız Kafkasya” en çok kopuntu (diaspora) K.Klıları tarafından seslendiriliyorsa bunun tek sebebi nesebi olduğumuz sürgün yemişlerimizin zihninin orada donmuş olmasındandır.

Hep lirik, sembolik, kurgusal baktık terk etmek zorunda olduğumuz yurtlara. Oysa aradan geçen yıllar K.K.K.lılarda (Kopuntu Kuzey Kafkasyalılar) ayniyet sağlarken, safları kuvvetlendirmiş ama Elbruz Dağı eteklerindeki halklarımızın arasını açmıştır. K.K.K.lılara yaşadığımız coğrafyada önce ‘DAĞLI’ sonra ‘AT HIRSIZI’ dediler. Nede olsa K.K’dan Kopuntu, buralara sığıntıydık! Anlamaya çalışmadılar, buna gerek duymadılar. Kimse K.K da en iyi atların sahibi olmadığını, her atın üstündekinin sahibi olduğu geleneğini öğrenmek istemedi. Hoş bilseler yine mazur görülmezdi. Atının çalınmak istenmesi de at çalmanın da K.K.lı için onur olduğu anlamak elbette zordu. K.K da isimleri Adige, Oset, Çeçen, Kabardey, Lezgi vb. olan bizlerin K.K.Klılar olarak ortak bir isimle anıldık ve bunu benimsedik “ÇERKES”. Biz burada Çerkes olarak ortak anılsak bile K.K da isimlerimiz yine başka başla kaldı. Tıpkı ‘KAFKASYA” kelimesinin Arapça “Bin Dil Dağları” anlamına gelmesi gibi ortak bir adımız dahi yok Atavatan içinde.

Büyük Kafkas Sürgünü ile gelen atalarımız köklerinden koparılmanın hasretini hep çektiler. Lakin bildikleri bir şey vardı: ‘Kök salmazsan kurursun’ öyleyse bu yeni yurtta kök salmamız, güçlenmemiz, nesillerini geliştirmeleri gerekiyordu. Şeyh Şamil’in büyük mücadelesi ciddi bir hayranlık ve sevgi bırakmıştı, halkların kalbinde yer etmişti. Kısa zamanda bu topraklarda en önemli unsur olduk. Devlet tarafından (Osm.lılar) kayrılan konumumuz çoğu zamanda kıskanıldı. Osmanlı içinse sadık, cesaretli, onurlu, savaşçı, disiplinli, yerleşik (vergi kaçırmayan) önemli bir tebaaydık. Karamanoğulları ve Avşarların isyanları düşünüldüğünde husus daha iyi anlaşılır. Sürgün ve değişen toprakta kök salındı salınmasına ama burada açan filizler, çiçekler her nesil Kafkas tonlarını kaybederek bu günlere geldi.

Söz gelimi anneannemin büyük ninesi ve kardeşi Büyük Sürgünde ebeveynlerini yitirmiş ve evlatlık verildiklerinde 9 ve 12 yaşlarındadır. Şimdi onlardan kalan ben Şeşen oynamayı dahi bilmeyen, birkaç gündelik kelime dışında aidiyetimi kanıtlama imkânı olmayan “Kalbi Kafkasyalı” nesilden birisiyim. Benim hissettiğim duygunun ne kadarı çocuklara kalacak muammasına kafası kurcalanan biri. ‘Kalbi Kafkasyalı’ tabirini özellikle kullandım. Çünkü bu kaybolmadan önceki son basamaktır. At resmi ve kalpak görünce, gaga sesi duyunca, yüksek – karlı ve yeşil dağlar görünce heyecanlanırsınız o kadar! Bizim bir üstümüzdekiler ise ‘Kültürel Kafkasyalılar’ onlar aralarında anlaşacak kadar konuşabilirler dillerini, evlerinde periyodik olarak Kafkas Sofraları kurulur, düğünleri, şarkıları, ezgileri, ağıtları vardır. Yani çok az yaşasalar bile az bilirler kültürlerini yani bildiklerinden az yaşarlar Kafkas Geleneğini.

Kalbi Kafkasyalıların yüreği Çeçen ve Abhazya savaşlarından sonra kabarmıştır. Aidiyet duyguları mazlumluğu ve işgali görünce ağır basmıştır. K.K belki uzak gelecekte Birleşik Bağımsız Kafkasya olacaktır. Bu ise ancak K.K.K.lıların baskısı, ekonomik katkısı ve arzusuyla gerçekleşebilir. Küçük bağımsız devletler olamazlar demiyorum. Dediğim çok farklı ve zihnimizdeki Bağımsız K.K. Devletidir. Bunun için biz K.K.K yani Kalbi ve Kültürel K.K.lıların önce gerçek Kafkasyalı olmamız ancak bunu nesillerimize aktaracak yetileri kazanmamız ile olabilir.

Geri Dönüş gibi çok küçük bir azınlığın düşündüğü ve yapınca hayal kırıklığına uğradığı geçici çözümler değil kast ettiğim. Sürgünden sonra var olan K.K.lılık bilincini, dayanışmasını yeşertmek için plan sunabilmek, en azından zihinlerimizde kıvılcım oluşturmak. Çoğu Çerkes için artık arzulanan Kafkasya: Ruslardan arınmış, huzurlu, atların salındığı, atlıların geçtiği sıra dağlarla yeşilliklerle örülü bir tatil diyarı belki büyüklerinden dinledikleri masalımsı yer. Çünkü huzurlu bir K.K’ya çoluk çocuk tatile gidilebilir, evlatlar okumaya gönderilir ama buradaki kazanımlar bırakılıp gidilemez! Böyle düşünmeyenleri tenzih ederim lakin gerçekleri tespit etmeden ya da inkâr ederek doğru yol bulunamaz. Buradaki sorunları halletmeden, aşınmışlığı, dezenformasyonu en aza indirmeden emin olun geri dönüşler sağlıklı olmayacak, orada buradan çok ayrık otu gibi sırıtacağız. Sonuçta burası, bu topraklarda bizim. Tarihin en büyük Çerkes Devletini (Osm.) Boşnaklarla birlikte biz burada kurduk. Bir dönem dünyayı yöneten imparatorlukta en sözü geçen halk olduk. Sonra Cumhuriyet kurulurken, ulus devlet inşasında en fazla kan, can, emek, ödün veren de biz olduk. Cumhuriyet kurulana kadar ‘TÜRK’ yoktu. Fransızlar Anadolu topraklarında ve merkezi Osmanlı etrafında yaşayan herkese Turki yada Turcia diyorlardı. Yeni devlet bu tabiri benimsedi. Ulus devletin oluşumunda en büyük katkıyı vatanlarından sürülen, vatanın kıymetini en iyi bilen K.Klılar ve Balkan Göçmenleri yaptı. İçinde ilk Türk ismi ve sıfatı geçen hikâyeyi bir Çerkes Ömer Seyfettin yazdı. Türkçülüğü Ziya Gökalp’ten sonra kalıplaştıranda bir Çerkes Nihal Atsız’dı. Bir gün yeni bir devlete (Osmanlıdan sonra) ihtiyaç duyulur diye alt yapıyı hazırlayan, silah, mühimmat, teçhizat stokları yapan, teşkilat oluşturan da Teşkilat-ı Mahsusa Kurucuları Kuşçubaşı Eşref ve Sami kardeşlerdi. Kısaca burası da bizim vatanımız. Aidiyet hissettiğimiz, göçsek özlem – arzu duyacağımız yerler.

Sonuç olarak, önce Kopuntu (Diaspora) olmamız gerekiyor. Kalbi olanların Kültürele, Kültürel olanların yaşantı ve davranışlarına tam yansıyacak, Kuzey Kafkasyalılığı her hallerinden akan Çerkes Kimliğine kavuşmamız lazım. Yoksa her geçen nesil yok olan, kaybolan, aynileşen, kimliğini folklorik ritüellere indirgemiş, asabiyetini yitiren insanlara Diaspora denilemez. Biz öyle kabul etsek bile kimse bizi kale almaz. Alıyor gözükse de gereğini yapmaz. Çünkü aidiyet asabiyetiniz yoksa birlikte hareket etme, tavır koyma, baskı oluşturma, lobi yapma imkânınız yok demektir. Bu ise size sadece gülümsenmesine sebebiyet verir ama ciddiye alınacak kadar yol almaz.
Saygılarımla,

Not: Bu yazı Kafkasya özlemi ve aidiyeti duyan, birazda olsa hisseden Bin Dil Dağı’nın yetim evlatlarına yol gösterecek, çıkış yolu planı sunacak düşünen beyinlerimize kıvılcım olması ümidiyle yanık bir yürekle kaleme alınmıştır.

Cenk SARIGÖL

20 Eylül 2007

Demokrasi İçin İçimizdekiler

Demokrasi İçin İçimizdekiler

E-Muhtıra’ya kadar kafamda oluşan AKP eleştirilerini benim gibi birçok insan, muhalefetin durumu ve o sanal müdahaleden sonra içinde tutmaya devam etti. Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün ilk seçilme serüveninde yapılan haksızlıklar, hukukun eğilip, bükülme, siyasetin üstüne askeri gölge gayretleri bizleri eleştirmekten alıkoydu. Belki yeni Anayasa taslak taslağı hazırlıkları karşısında ülkemin tatlı su sosyalistlerinin ve kaba Kemalist grupların, ulusalcı şaşkınların tavırlarına bakarak bu sürdüre bilir mi? Belki ama bu muhalefetsiz ve hatta siyasetsiz rakipleri karşısında özgürlükçü gözükmesi AKP’ye bu imtiyazı vermemizi gerektirse de bir yerden başlamak gerek.

AKP hükümetinin ilk 5 yılına baktığımızda hızlı bir kalkınma hamlesi görmekteyiz. Bu daha çok ekonomidedir. Gel gelelim bu ekonomik veriler halkın kesesine pek yansımadı. Önümüzdeki 5 yıl en fazla bunun üstünde durulması gerekiyor. TÜSİAD gibi elit zenginler ve MÜSİAD gibi Anadolu sermayesi mal varlıklarını ve gelirlerini 2 bilemediniz 3 katladı. Fakat üretici sınıfı yöneten bu güç gelirini üretici sınıfla (işçi) hiç paylaşmadı. Doğrusu hükümette buna pek teşvik etti denilemez. Yazıyı temel başlıklar halinde devam ettirmek istersek, ekonomik istikrar var. Lakin var olan iktisadi veriler çok kırılgan bir zeminde gelişmeye devam ediyor. Cari açık almış başını son sürat seyretmektedir. Yılsonunda 33 milyar dolar olması düşünüyor. Yani ithalat – ihracat dengemiz yılı bırakın her ay açığı büyütüyor. Şimdi bu güne kadar yazdıklarımızı görmezden gelen AKP fanatikleri önce “hayda” çekip sonra bize sinkaflı selam edebilir! Önce şöyle bir soru sorup cevabını beklemeleri daha hoş olur: “Peki öyleyse bu büyüme hızını nasıl yakalıyoruz?” cevap basit “yabancı yatırımlar ve özelleştirme” ile sağlıyoruz. Cari açık büyürken yabancı sermaye girdisi tarafından yapay olarak kapatılmaktadır.

Yılsonu cari açık beklentisi 33 milyar doları bulacak dedik ama aynı şekilde ülkeye girmesi beklenen sıcak para girdi tahminleri 25milyar dolar civarındadır. Böylece açık makul seviyelerde kalabilmektedir. Yabancı sermayenin bir ülkeye gelmesi için gerekli şartların başında siyasi istikrar gelir. Eğer yabancı işadamı parasının güvenli olmayacağını, götürmeyi düşündüğü ülkede askeri darbe, mezhep, etnik, ideolojik kargaşaların olabileceği ihtimalini görürse gitmez. Bu yüzden AKP dışındaki bir partinin bu istikrarı sürdürebileceği ve tek başına iktidara gelmeyeceğini gören seçmen iktidar partisine yöneldi. Siyasi istikrar yabancı sermaye girişini çekmeye devam edecektir. Bu durum ülke ekonomisinin büyümesini sürdüreceği anlamına gelse bile sağlıklı bir ekonominin oluştuğunu ifade etmez.
Bunun iki ana sebebi var:

1- Yabancı sermaye bu ülkeye az emekle çok para kazanmaya geliyor. Dolayısı ile en küçük bir kaos, tedirginlik bu akışı bıçak gibi kestiği gibi kalmaz gerisin geriye dönmeleri iktisadi batağa sebep olur. Kısa vadede büyük girdiler olarak piyasaları rahatlatan bu dış sıcak para çoğunlukla borsaya inmektedir. Bu yüzden ilk 5 yıl içinde zaten kar eden sermaye büyümesini katladığı halde küçük ve orta ölçekli işletmelerde pek kıpırdanma olmadı. Elbette doğrudan üretime dönük gelmeyen sıcak para işsizlik konusunda pek bir iyileşme sağlamadı. Özetle üretimin en önemli göstergesi işsizlik hala hem iktisadi hem sosyal en büyük yaramızdır.

2- Cari açığı diğer dengeleyen en büyük etken “özelleştirme” ve yabancıya satılan yerli yatırım ve şirketlerdir. Her ne kadar AKP’nin ekonomi patronları “elimizde yeterli döviz rezervi var” deseler de kaba bir örnekle bir benzetme yapalım: “Köylü Mehmet Ağa eskiye nazaran daha az üretim yapıyor ve ürettiklerinden daha az kazanıyor olmasına rağmen daha fazla harcamaktadır. Bu durumun sağlıklı olmadığını, uzun vadede sonuçlarının kötü olacağını söyleyen dostlarına ise cebindeki paraları göstererek, ‘cebimde eskisinden fazla para var siz ne diyorsunuz?’ karşılığını vermektedir.” Mehmet Ağa aslında daha fazla parası olmasına rağmen öz sermayesinden yemektedir. En verimli ve sulak tarlalarını satmakta ve kendisini eleştiren köylülere ise bu satışlardan elde ettiği paraları göstermektedir.
Türkiye’nin özelleştirme macerası aynen bu örnekteki gibidir. Bir farkla ki oda çok önemli bir nüans oluşturur. Türkiye özelleştirmelerinde yabancıya satılan resmi ve özel kuruluşlar, şirketler için ilk etapta ciddi sermaye girişleri yaşanmakta ve bu ekonomik dengeleri korumada yardımcı olmaktadır. Uzun vadede ise bu durun cari açığın büyümesini tetikleyecektir. Şimdi büyük sermaye girişleri ile ülkemizde özellikle en fazla kar getiren bankacılık, telekomünikasyon, petrokimya, maden ve perakende sektörlere yatırım yapan yabancı sermaye elbette ki yatırımını tamamladıktan sonra elde edeceği kazancı ülkemizde tutmuyor, tutmayacaktır. İşte bu durumda özelleştirme veya satış nereye kadar sürebilir. İşte bizi bekleyen uzak tehlike ve AKP eleştirilerinin en büyüğü budur. Öyle bir tehlike ki uzun vadede tüm tehlikeleri tetikleme gücüne sahiptir. Düşünün ekonomik olarak yeterli refahı sağlayamamış, gelir dağılımını sadece ezilen ve emekçi guruplar arasında sağlamış bir ekonomide sosyal istikrar nasıl muhafaza edilebilir?

Burada AKP eleştirilerimizde sadece birisinin küçücük uçundan tuttuk. Oysa daha özgürlüklerin genişletilmesinden demokratik açılımlara, eğitimden işsizliğe, oradan sosyal projelere o kadar çok konu var. İşte AKP başarısı esas burada! Siyasi rakipleri ne mevcut durumu okuyabildi nede bu durumu siyasi propagandalarına yansıtma becerisi gösterdi. Mazotu 1 ytl’nin altına indirmek ile ekonominin, K.Irak’a operasyon yapmakla sosyal güvenliğin sağlanamayacağını halk muhalefetten daha iyi gördü ve kanmadı. Eleştirilerimizi diğer başlıklarla sürdüreceğiz.
Cenk SARIGÖL

10 Eylül 2007

Ethem Bey (Çerkez)

Ethem Bey (Çerkez)

"Beni ihanetle itham edenlere soruyorum: Ben ne zaman, hangi tarihte ve mevzide esasen müdafaa ettiğim cepheden bir adım dönmüşümdür, bir tek kardeşkanı dökmüşümdür?" Çerkez Ethem.

Tarih hep kazananlar tarafından yazılır. Oysa bu tarihin içinde en kritik evrelerde zafere giden yolu inşa edenler arasında, iktidar oyununa kurban giderek yarı yolda saf dışı kalanlar var. Göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek: İstiklal Savaşı, aynı zamanda bu savaşın önde gelen isimlerinin iktidar hesaplaşmasına sahne olmuştur. Sağlıklı bir toplum olmak ve geleceğe daha güvenli bakabilmek için tarafsız yazılmış tarih çok önemlidir. Bunun için ÖNYARGILARDAN arınarak bakabilmek ve okuyabilmek çok önemlidir. İsmet Özel bir şiirinde “insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse diğerine sağır” der. Önyargılar hep aynı pencereden bakmak, o pencereden gördüklerini doğru kabul etmektir. Tarihimiz hele yakın tarihimiz çok ama çok önyargılıdır. Bu ülkede yıllarca başbakanlık yapmış Bülent Ecevit önyargıları kıracak bir gerçeği söylediğinde yani “Sultan Vahdettin hain değildir” dediğinde en fazla isyan edenler işte önyargılarını doğru kabul edenlerdi. Bilenler ise ya susmuş ya da yine Türk siyasetinde başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış Süleyman Demirel gibi, “Türk halkı bu bilgilere ve gerçeklere henüz hazır değil” denilerek, üstü kapatılmaya çalışılmıştır. Bazen önyargı öyle bir şeydir ki tüm bildiklerinizin yanlış olup, cahil durumuna düşmekten korkarsınız.

Ethem Bey, 1886 yılında Büyük Çerkez Sürgünü ile Kafkasya’nın Şapsığ yöresinden Balıkesir – Bandırma’ya yerleşmiş bir Adige (Bayındır - Arıkbaşı’nda yaşayan Çerkezlerle aynı boydandır) ailesi olan Pşevu Ali Bey’in 5 oğlundan en küçüğüdür. Ağabeyleri İlyas ve Nuri Rum Palikaryaları ile çarpışırken şehit olmuştur. Ethem’in Yunanlılara büyük kinini sebebi budur. Diğer iki ağabeyi Reşat ve Tevfik ise subaydır. Daha sonra Reşat Bey Osmanlı Meclisi Mebusan’ına ve otomatikman TBMM’ne Saruhan (Manisa) milletvekili olarak girecek ve milli mücadelede görev yapacaktır. Zaten iki ağabeyi şehit, diğer ikisi de subay olan Ethem’in asker olmasını babası istemez ama o evden kaçarak Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girdi. Balkan Savaşı'nda Bulgar cephesinde yaralandı. Kıdem zammı ve madalya aldı. I. Dünya Savaşı'nda Eşref Kuşçubaşının yönettiği Teşkilatı Mahsusa ile birlikte İran, Afganistan ve Irak'a yapılan akınlara katıldı. Yaralanarak savaş sonunda köyüne çekildi. Ethem İstiklal Savaşı’na katılımını hatıralarında söyle aktarıyor: "Umumi Harbin neticesi olarak en ağır şartlarda Mondros Mütarekesi kabul ettirilmesine rağmen galip devletler mütareke hükümlerini bozmaya başlayınca, İzmir’de teşekkül eden gizli cemiyetin kararı ile ben ilk isyan bayrağını tam 2,5 yıl önce asmıştım."
Ethem ilk önce zamanın İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu kaçırır ve 50 bin lira fidye alır. Bununla 300 kişilik bir direniş birliği kurar. Bu olay için İzmir’e ayak basan Yunan askerlerine ilk kurşunu sıkan gazeteci Hasan Tahsin, "Çerkez Ethem Bey ve arkadaşları Rahmi'nin İttihak ve Terakki uğruna kullanacağı bu altın bombayı elinden alarak kansız ve arizasız bir biçimde su zavallı vatanin selametle ilerlemesine güçleri ölçüsünde hizmeti düşünmüşlerdir." (Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi, c.2, sayfa 579)

Salihli cephesinde Yunan askeri birliklerine karşı düzenlediği gerilla saldırılarıyla kısa sürede ünlenen Çerkez Ethem'in emrindeki kuvvetlerin sayısı da giderek artacak ve süreç içinde Kütahya ve havalisine egemen duruma gelirken "Kuvvayı Seyyare Umum Kumandanı" olacaktı. Henüz Ankara'nın yeni bir iktidar merkezi olarak kendini kabul ettirmediği ve emrinde de önemli bir askeri kuvvet bulunmadığı 1920 yılının başlarında Batı Anadolu'da en önemli kuvvet Çerkez Ethem'dir. Öyle ki yaptıklarının önemini Prof. Dr. Toktamış Ateş, “TBMM daha Ankara da çalışmaya başlamadan önce, Salihli cephesinde Yunan ilerlemesinin durdurulması ve iç ayaklanmaların bastırılmasında fevkalade önemli hizmetleri vardır. Hatta hiç abartmadan şunu söyleyebiliriz ki, Eğer Çerkes Ethem ve onun kuvvetleri olmasa idi, Ulusal Kurtuluş mücadelesi başlamadan ortadan kaldırılabilirdi.”

İstiklal Savaşı bir bakıma iç savaştır, siyasi mücadele tarihidir. 1920 yılının şubatından Mayıs ayına kadar Ethem Bey verilen emirle Bandırma, Balıkesir, Gönen, Düzce, Geyve Boğazı isyanlarını bastırır. Bu savaşlarda Ankara Hükümetinin güçlerini yenen Aznavur isyanını bastırması çok önemlidir. Zira Ethem Bey yetişmese Anzavur’un birlikleri ile Yunan güçleri birleşerek, Bursa’ya kadar geniş bir düşman cephesi oluşacaktı. Düzce isyanından sonra Yunan’ın ilerlediği haberleri üzerine hızla batı cephesine dönmeyi düşünen Ethem Bey Ankara Hükümeti tarafından Çorum ve Yozgat dolaylarında ayaklanan Çapanoğullarını bastırması için davet edilir. Oysa Ethem egede Yunanın karşısına çıkmak istemektedir. Ethem’i ikna etmek için aynı zamanda mebus olan ağabeyleri görevlendirilir. Kuvvetlerinin bir kısmını Salihli cephesine gönderen Ethem Çapanoğullarını bastırmak için yola çıkar. Ankara da çok büyük bir coşku ile karşılanır. Ankara da o sıradaki tek otomobil kendisine tahsis edilir. İşte Ethem Bey’in kaderi burada gördüğü manzaraya siyaset bilmezliğinin etkisiyle Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Refet Bele için ettiği çok ağır sözlerle başlar. Onları Yunan Ege de ilerlerken burada sadece laf etmek ve kayf çatmakla suçlar. Asıl kırılma ise isyanı bastırdıktan sonra kuvvetlerinin geçişini Çapanoğullarına ispiyonlamakla suçladığı Ankara Valisi Yahya Galip ve kendisi savaşırken Çorum da bir evin bodrumunda saklandığı söylenen Miralay Refet Paşa (Bele)’nin yargılanmasını istemesiyle başlar. Araya hatırlı adamlar sokulur ve sadece Ankara valisi görevden alınarak olay geçiştirilmeye çalışılır. Hatta bu durum üzerine Ethem Bey’in daha Yozgat’tan yola çıkmadan önce, “Ankara’ya vardığımda TBMM başkanının meclis kapısında sallandıracağım” dediği öne sürülür. Ethem Ankara’ya vardığında Mustafa Kemal Eskişehir’e, Ethem Eskişehir’e vardığında Mustafa Kemal Afyon’a geçmiştir. Böylece kızgınlık soğumuş ve olaysız Ethem batı cephesine varmıştır. Ankara’ya geldiğinde kendisine mebuslar kendisine 'Ümid-i Halas' (Kurtuluş Ümidi), 'Münci-i Millet' (Milletin Kurtarıcısı), 'Kahraman-ı Millet' diye övgüler düzmüş, payeler vermiştir.

Ethem’in mahvına esasen iki etken sebep olmuştur:
Birincisi, mecliste Ethem üzerinden güç kotarmaya ve siyasi ağırlık kazanmaya çalışan ağabeyleri ve kendisini harcamayı kafaya koyan bazı paşalar, özellikle İsmet ve Refet’tir. İki paşa Ethem’in kendi emirlerini dinlemediğini rapor edeceklerdir. Resmi tarih kitapları Ethem Bey’in 29 Aralık 1920 günü isyan ettiğini yazar oysa Mustafa Kemal imzalı “Ethem Bey birliklerinin imhası” yönünde kararın tarihi 27 Aralık 1920’dir. Eğer bu tarihte Ethem ile araları bozuk olan İsmet ve Refet Paşa yerine batı cephesi kumandanlığına aynı zamanda Ethem’e ilk Salihli cephesini açma emri veren Rauf Orbay getirilmiş olsaydı farklı olurdu. Zira Rauf Orbay bir Çerkez olmasının yanında Ethem’in ağır yaralandığı Irak cephesinde de komutanıdır. Zaten milli mücadeleye çok sonra katılan, başlarda Amerikan Mandacılığını bile savunan, Ethem hem Yunan hem Marmara ve Ege de çıkan isyanları bastırırken, işgal edilmiş İstanbul da yeni evli İsmet Paşa balayı yapmaktadır. İşte bu sonradan katılan, o güne kadar hiçbir gözle görülür askeri başarısı bulunmayan İsmet Paşa’nın Garp Cephesi komutanı olması sadece Ethem Bey de değil birçok paşada rahatsızlık meydana getirmişti.

Kendisini takip eden Derviş Bey kuvvetleriyle çarpışmamak için geri çekilen Ethem Bey’in o sıra emri altında 6 bine yakın süvari vardır. Düzenli ordu birlikleri ise 13 bin dolayındadır. Ethem’in Yunan’a sığındığı yalanı atılan tarih ise yok edilme emrinden tam 30 gün sonradır. Hadi bana birisi Yunan’ı orta egede bir yıla yakın mıhlayan, coğrafyayı çok iyi bilen, deneyimli ve süvari birliklerinden oluşan Ethem Kuvvetlerinin bir ayda birkaç çarpışmayla nasıl yenildiğini, İstese süvarileri ile Bursa üzerinden rahatlıkla Ankara’ya dayanacakken yapmamış olmasını izah etsin?
En büyük yalan ise “Çerkez Ethem Yunan’a sığındı” iftirasıdır. Bu konuda Prof. Dr. Mim Kemal Öke, “İsmet İnönü'nün her zamanki tavrıyla Çerkez Ethem ve ağabeyleri aleyhinde bazı propagandalarda bulunduğunu da söyleyebiliriz. İşte bu çerçeve içinde Çerkez Ethem arkadaşları ile Yunan ordusu ve Türk Ordusu arasında kalır İşte orada o önemli kavşakta, bir ikilem içindedir. Ne yapacaktır? İşte bu Yiğit Adam saflarında dövüştüğü Anadolu insanıyla kılıç kılıca gelmekten çekinerek, Yunanlılarla görüşerek sadece bir çıkış noktası istemiştir. Anadolu’daki mücadeleyi akamete uğratmamak ve bir savaşa dönüştürmemek için yurtdışına gitmek için bir geçit noktası istemiştir. Hatta arkadaşlarına döner derki; ‘Siz silahlarınızı bırakıp Kuvayi Milliyeye döneceksiniz, onlarla birlikte savaşacaksınız.
Tarihçi Cemal Kutay ise, “Ethem iki şık arasında tercihe mecbur bırakılmıştır; Ya üzerine sevk edilen askerlere karşı koyacak kardeşkanı dökülecektir veyahut ta bırakıp gidecektir. Nereye gidebilir? Yunana. Hayır, en büyük tarihi hakikat şimdi size söyleyeceklerimdir. Ethem Yunan'a iltica etmemiştir. sadece geçiş hattı istemiştir.”

Ethem Bey hakkında bazı tarihçi, gazetecilerin görüşlerini sizlerle paylaşmak isterim:
Avni ÖZGÜREL - Gazeteci, “Elinin altında hayli maddi kaynak olmasına rağmen Yunanlılara teslim olma kararını verdiğinde cebindeki üç-beş kuruş dışında yanına bir şey almadı. Nitekim Atina'ya götürülüp tedavisine Almanya'da devam edilmesi kararı üzerine oradan ayrıldığında günlerce pekmeze ekmek banarak karnını doyurmaya çalıştığını da biliyoruz. Şurası kesindir ki Ethem'e 'Çerkes' lakabını takan İsmet Paşa'dır. Kendisine sorulduğunda bunu 'övgü' olarak kullandığını söyler; ama Ethem öyle anılmaktan rahatsızdır: ‘Hepimiz Osmanlı'ydık... Eğer milliyet ve ırk tefriki yapılmaya kalkışılsaydı bu vatanda şeceresi karışmamış kim kalırdı.’ Demiştir. Ethem'in Yozgat isyanlarını büyük bir maharet ve süratle bastırması da onu aynı yerde daha önce başarısız olmuş bazı kumandanların kıskançlık ve rekabet hislerine hedef haline getirdi. Ancak Milli Mücadele şekillenmeye başladığında bir gelişme oldu ve Mustafa Kemal'in yakın çevresinde değişiklik yaşandı. Lider yola birlikte çıktığı kişilerden ayrıldı, mücadeleye sonradan hatta bir bakıma fazlaca inanmadan- katılan 'emir/kumanda adamları' (kastedilen İsmet İnönü’dür) ön plana geçti. Bu değişimin Mustafa Kemal'in arzusu olmaktan çok 'yeni gelenlerin manevrası' olduğu yolunda işaretler var.”

Prof. Dr. Toktamış ATEŞ, “TBMM daha Ankara da çalışmaya başlamadan önce, Salihli cephesinde Yunan ilerlemesinin durdurulması ve iç ayaklanmaların bastırılmasında fevkalede önemli hizmetleri vardır. Hatta hiç abartmadan şunu söyleyebiliriz ki, Eğer Çerkes Ethem ve onun kuvvetleri olmasa idi, Ulusal Kurtuluş mücadelesi başlamadan ortadan kaldırılabilirdi.”

Yavuz BAHADIROĞLU - Tarihçi, “Çerkez Ethem’in yok edilmesine karar verilmişti de, formül aranıyordu aslında. Çerkez Ehem’de kendini feda etmemek için direniyordu… Burada Çerkes Ethem'in davranışını, hıyanetle değil olsa olsa, bir büyük fedakarlık, kendi varlığını feda eden bir oluşum olarak değerlendirmek olduğuna inanıyorum.”

Muhittin NALBANTOĞLU, “Çerkes Ethem çok büyük bir vatansever, kurtuluş savaşının ilk günlerini düşünün, bir tek kişiye ihtiyaç duyulduğu günlerde, bu adam Yunanlıları sahillere çakılı bırakıyor, Anadolu ya bırakmıyor.”

İsmet BOZDAĞ – Tarihçi, “Nerede bir yangın varsa oraya yetişen bir Çerkez Ethem kuvvetleri vardı. Batı cephesi komutanlığına atanan İsmet İnönü'nün ilk işi Çerkez Ethem’in unvanını değiştirmek olmuştur.”

Cemal KUTAY – Tarihçi, “Mondros mütarekesinden sonra ta meclisin kurulmasına kadar, ne Erzurum kongresinde, ne Balıkesir kongresinde, ne Alaşehir, ne Sivas kongresinde bulunmamış insanlar, (burada kast edilen İsmet İnönü’dür) İstanbul un işgalinden sonra sığınacak yerleri kalmadığı için, mecbur kaldılar Anadolu ya geldiler. Mücadele bunun mücadelesidir. Milli mücadelede öncekiler ve sonrakiler mücadelesidir… İnsanlara Hain demek kolay, kaldı ki kendini müdafaa etme hakkından mahrumsun, kahraman demekte kolay, çünkü kimse kendisine kahraman denilmesini tekzip etmez. Bizim milli mücadelemiz kronolojisi sıhhatle yazılmamış olan bir buhran dönemidir. Ethem yanına kimseyi almadan gitmiştir ve yanındakiler gelelim diye dayatmışlardır, dövüşelim demişlerdir, ikisini de reddetmiştir. Bir kulübesi bile olmayan bir nehir kıyısında kalbi duran bir adamın, layık olmadığı halde hain damgasıyla damgalanması vicdanları rahatsız etmektedir.”

Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE, “Merkezi otoritenin Çerkez Ethem'den sıkıntı duyması kaçınılmazdı, çünkü Anadolu da sadece bir milli direniş, sadece bir kuvayi milliye hareketi değil, bunun yanı sıra bir liderlik dövüşü de veriliyordu. İşte bu çerçevede Çerkez Ethem in büyümesi halk arasında muazzam bir kahraman olarak her girdiği yerde alkışlarla karşılanması, bazı kişileri tedirginliğe sevk etmiştir. İsmet İnönü'nün her zamanki tavrıyla Çerkez Ethem ve ağabeyleri aleyhinde bazı propagandalarda bulunduğunu da söyleyebiliriz…”
yazımızı başlaığımız gibi Ethem Bey'in bir sözü ile bitirelim: "Çok hatalarım olmuştur ama asla vatan haini olmadım"

2 Eylül 2007

İstiklal mi, Kurtuluş Savaşı mı?

İstiklal mi, Kurtuluş Savaşı mı?

Mustafa Yetkil Hocam geçen hafta Kurtuluş Savaşımızı ve 30 Ağustos Zafer Bayramını anlattı. Eleştirimize konu teşkil edecek yazının odağını oluşturan bölümün bir kısmını sizlerle paylaşıp, şerhlerimizi sonra düşelim.

‘‘Ateşi ve ihaneti gördük.... Yaralıve dehşetli kızgınfakat toprağımızdan eminDumlupınar sırtlarındayız.

Mustafa Kemal’in büyüklüğü emperyalizme karşı, dış düşmanla mücadelesini sürdürürken; düşmanla işbirliği yapma gafletine düşen iç düşmanla da mücadelesini sürdürüp kazanmasından kaynaklanır. Böylesine bir savaşı örgütlemek bu günün koşullarında dahi zordur...İçeride Anzavur, Delibaş, Çerkez Ethem gibi işbirlikçilerin,
‘yürekleri karanlık kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü-atları ve kendileri semizdiler..Ateşi ve ihaneti gördük…” (Not: Hocam Belirtmemiş şiir Nazım Hikmet Ran’ın - Kuvayi Milliye Destanı – 3.Bap’ından alınmıştır.)

Yavaş yavaş Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasına başlandığı gündür. Zaferin baş mimarı Mustafa Kemal bu mutluluğu söyle ifade ediyordu. “Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin görünen abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir ulusun evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan bahtiyarım.”Dünya tarihinde önemli bir yer tutan bu savaşın sonuçları yeni bir tarihin, devrimlerin başlangıcı olmuştur. Aslında kendisi de bir devrim olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasını sağlamıştır. Padişahlık, halifelik ve hilafeti sona erdiren, ümmetçilikten ulus devlete geçen cumhuriyetimizin diğer devrimlerinin de başlangıcı sayılır…” Mustafa Yetkil.

Yazının başında Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanını hangi hapishanede özgürlüğüne merhem olur düşüncesiyle yazdığı iddialarına girmeyeceğim. Önce İstiklal Savaşına Kurtuluş Savaşı demenin yanlışlığına değinelim. Askeri Tarih bakımından bu savaş kesinlikle bir İstiklal (bağımsızlık) savaşıdır. Bu savaşa katılanlara Kurtuluş değil İstiklal Madalyası verilir, marşının ismi İstiklal’dir ve “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak..” diye düşen yani esir edilen bir sancaktan değil, esir olmasından korkulan bir sancaktan bahisle başlar. Kurtuluş Savaşı dememiz için yurdun her tarafının işgal edilmiş, tüm milli teşkilatlarının dağıtılmış olması gerekirdi.

İstiklal Savaşımız Emperyalizm karşıtı bir savaşta değildir! Hele 30 Ağustos bu kapsama hiç girmez çünkü Yunanlılara karşı yapılmıştır ve Yunan devleti hiçbir emperyalist devlet sınıfına giremez. Hele Yunanlıların istila gerekçeleri göz önüne alındığında… Cumhuriyet için yapıldığı kocaman bir yalandır zira Cumhuriyetin ilanı Mustafa Kemal’in bir gece arkadaşlarını toplayarak, “yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz” açıklaması ile başlar. Atatürk’ün anlı şanlı süreç arkadaşlarından çoğu buna şaşırmış ve yadırgamıştır. Onun ileri görüşlülüğüne pek yaklaşmadıkları şaşkınlıklarından anlaşılır. Halifelik ise mevcut kanunlara göre ve o gün kaldırılmamış, yetkileri Büyük Millet Meclisinin yüce şahsiyetine tevdi edilmiştir.
Konumuz ise ortada Nazım’ın yaptığı hem de ona hiç yakışmayan kocaman bir haksızlık vardır. Bir kere kendiside tıpkı Ethem Bey (Çerkez) gibi yaşarken vatan hainliği ile suçlanmıştır. Hem Benerci kendini niçin öldürdü? Şiirde bahsi geçen Benerci, Kalküta’lı genç bir ihtilalci (İngiliz sömürgesi altında bulunan Hindistan’da İngiliz emperyalizmine karşı düzenlenen büyük Kalküta Mitinginin katılımcı ve organizatörlerindendir.) için binlerce km uzağa seslenmiş, Şeyh Bedrettin de ise yüzlerce yıl önce yaşanmış bir haksızlığa kafa tutmuşken Ethem Bey’e bu haksızlık nedendir? Kaldı ki Ethem Bey ile yaşamlarının önemli bir kısmı aynı zaman diliminde geçmiştir. Nazım kendisi yetersizlikten ayrılsada stajını tamamlama kıdemine kadar temel eğitimleri almış bir subay olmasına rağmen milli mücadele sürerken Vala Nurettin ile Rusya’ya kaçarak, Doğu Emekçileri Kominist Üniversitesine kaydolmuştur. Lakin aynı zamanlarda Ethem Bey Balkan, Irak savaşlarında aldığı yaraların kim bilir kaçıncısını vücuduna madalya diye takmaktaydı. İstiklal Harbinden çıktığında bedeninde bu millet ve vatan uğruna 17 savaş yarası olan bir insana yapılan büyük bir haksızlıktır.
Yetkil Hocam ise bizzat Ethem Bey tarafından bastırılan isyanları onunla birlikte sayarak ne kadar büyük bir haksızlığa imza atmıştır. İşin garibi Nazım’ı ve Ethem Bey’in yıllarını çalan aynı sebep olmasa da vatan hasreti çekmelerine sebep aynı devlet adamı değimlidir? Ethem Bey’e ısrarla Çerkez ön adı kullanmamın sebebi ise Kuvayi Seyyare Komutanı iken kendisine gönderilen tüm yazışma ve telgraflarda ‘Ethem Bey’ diye hitap edilirken, bu ismi (Çerkez Ethem) ona İsmet İnönü’nün ‘150’likler Kararı’ sonrası takmasıdır. Buna karşı Ethem Bey’in verdiği cevap ise ibretlik:“Hepimiz Osmanlı'ydık... Eğer milliyet ve ırk tefriki yapılmaya kalkışılsaydı bu vatanda şeceresi karışmamış kim kalırdı." (Avni Özgürel ve Toktamış Ateş de aynı görüştedir.)

Sadece değerli Mustafa hocam değil resmi tarih yazılımcılarının çoğu bu haksızlığı yapmıştır. Bize öğretilen tarih, çok kez taraflı veya yanlışken, neye ya da kime inanacağımız konusunda ciddi şüpheler yaşamakta olan bir milletiz. Beş - On görevli elinden yazılan tarih, doğal olarak, sadece hâkim ideolojiyi destekleme görevini yerine getiriyor. Güç elinde olanın tarihe, kendileri lehine bir kısım müdahaleleri olmasına karşın, muhalefette olan kesimin tarihsel olguları daha dürüstçe inceleme altına almasını beklemek, hepimizin hakkı. Uzun zamandır devam eden bu tarih yazımına farklı alternatifler üretilmesi için bağımsız tarih araştırmacıları ve akademisyenlere büyük iş düşüyor.

Ethem Bey için bir sonraki yazıyı ayırdım. Yüreğinde vatan sevgisiyle vefat eden bu kahraman insanın ismi anıldığında hele “Hain” ve “Çerkez” kelimeleri yan yana kullanılırken bu ülkede tarihleri ancak 300 yıl geriye gitmesine rağmen nüfuzlarına göre en çok şehit vermiş Kafkasyalıların yürekleri nasıl dağlanır bilen var mı? Köşeyi gelecek haftaki yazımızın girişini oluşturacak yine Ethem Bey’in bir sözüyle bitirelim: "Bugün dahi sebeplerini bilmediğim için izahtan mahrum olduğum sebeplerle memleketim, vatandaşlarım ve tarih huzurunda ihanetle tescil edilmiş durumdayım. Kat'iyen ithamların ağır mesuliyetine layık bir günahkâr değilim. Fakat hakikatleri tarafsız bir mahkeme huzurunda izah edebilecek miyim? Hayır. O halde gurbette devam edecek ve gurbette öleceğim. Ta ki akıbetim günün birinde o ilk günlerin tarihini yazmak kimselerin dikkatini çeksin ve meseleyi baştan sona ele alsınlar. Belki çok hatalarım olduğunu, fakat asla vatan haini olmadığımı tespit etsinler." Çerkez Ethem’in hatıraları / Dünya Yayınları, İstanbul, 1962 s.123

Cenk Sarıgöl