31 Aralık 2007

Benzeşme, Benzeştirilme


Benzeşme, Benzeştirilme

Yeni yıl başladı bugün atacağımız tarihlerde artık 2008’i kullanacağız. Bu yazım ise yeni yıl kutlamaları üzerine olacak. Okurlarımdan ricam lütfen bu köşeyi bügün sadece müslümanlar okusun. Halkın arasına kin ve düşmanlık tohumları felan serpmek için değil ama bir özeleştiri yapmak için dini islamlara seslenmek istiyorum. Başka din mensuplarına söyleyecek bir sözüm yok. Lakin onların Noel ve Paskalyalarını kutlamaları yönünde karşılaştıkları engeller, mevzuatlar, yönetmelikler, toplumsal baskılar, kanunlar varsa onlarada ilk karşı çıkacak olan benim.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’de geçirdiğim ilk yılbaşı (1993) beni hayretler içinde bırakmıştı. Ramazan Bayramı Hicri Takvim ile Miladi Takvim arasındaki gün farkından dolayı 3 ay sonra yani Mart ayına gelmişti. Yılbaşı öncesi sokaklar alışveriş yapan insan seli olmuştu. Şehir merkezlerinin, çarşıların sokakları Noel Babalar ile doluydu. Hemen hemen her dükkanın önünde bir noel baba ve vitrinler yıldızlar, çam ağaçları, kar yağmasını sembolize etmek için pamuklarla süslenmişti. Alt katta oturan ev sahibimiz bize boyalı yumurta bile getirmişti. Bu nasıl olurdu? Dini ve etnik bir savaştan (müslüman-hristiyan, türk-rum) çıkan bir toplum düşmanını taklit etmekte bu kadar mı pervasız olurdu? Çok geçmedi 8-9 yıl sonra aynı görüntüler Türkiye’nin tüm büyükşehirlerinde zuhur etti. Geldiğimiz nokta artık durup düşünmemiz, kendimizi hesaba çekmeyi gerektirecek bir hal aldı!
Dedik ya bu yazı sadece ‘müslümanım’ diyenler için kaleme alındı. Kimsenin kutlamasını boğazına düğümlemek istemediğim için bir gün sonra yazdık. Biliyormusunuz? Eskiden “biz noel’i değil yeni yılı kutluyoruz” diyerek kendince savunma yapanlar çok masum kaldı. Şimdilerde sosyetik aşüfteler, dönme reziller artık “Noel, Paskalya Tatili” diyor. Televizyonlarda, gazetelerde, dizilerde arada bunlar işlenerek bizi alıştırıyorlar. “bir şeyi 40 kez söylersen olurmuş” diye bir halk kabulümüz vardır bizim. Bize bunu hergün tekrar ettiriyorlar. Hadi sayalım bize kakalanan Hıristiyan adetlerini:
-Hindi dolması,
-Çam Ağaçı süsleme,
-Noel Babaların ellerinde çanlarla sokaklara salınması,
-Noelde kar yağmasının uğur getireceği inançı gereği vitrinlerin pamukla süslenmesi,
-Yeni yıl için İslamca haram olan şeylerin sıradanlaştırılması (içki, israf, kadın-erkek münasebetleri) v.s
Eğer bu saydıklarım size tuhaf gelmiyorsa durun ve düşünün. Öyle bir zihni kırılma halindeyiz ki, Hicri hangi yılda olduğumuzu bilmiyoruz. Kutlu Doğum Haftası kutluyoruz ama Resullullah (sav)’in kaçıncı doğum yılı olduğundan haberimiz yok. Dindaşlarımız Alevi (Bektaşi) kardeşlerimizin Muharrem Oruçlarını ne zaman tutuğundan, aşure kaynattığından bihaberiz. İşte toplumsal ayrışma budur! Kardeşinizin kutsalını bilmez ama elin kutsalını taklit ederiz. Bu hal hal değildir. Yol yol değildir.
Zaten son yıllarda zihinsel alt yapımızı Hristiyan erkek ve müslüman kızların aşklarını anlatmqaya, meşrulaştırmaya adayan sinema ve dizilerimiz bol bol tedavülde... örnek mi? Diziler:
Elveda Rumeli, (Bulgar gençi ile Türk kızı üstelik Bulgar çeteleri Türk kızının ablasının düğününü basmış ve katliam yamışken)
Yabancı Damat (Yunan gençi ile Türk kızı), Tatlı Hayat (İstanbul Rumu ile Türk kızı),
Hatırla Sevgili (İstanbul Rumu ile Türk Ortağının kızkardeşi),
Kırık Kanatlar (Anadolu Rumu ile Türk Kızı hemde İstiklal savaşı sırasında) vb. daha aklıma gelmeyen bir çok dizi ve sinema filminde 1000 yıllık Türk – İslam tarihinde (Selçuklular ve Osmanlı) hiç görülmemiş bir şey, Müslüman Türk kızının, islamlaşmadan bir hıristiyan erkekle evlendiği, birlikte yaşadığı, aşk yaşadığı kurgulanıyor.
Sanki “AŞK” kelimesi herşeyi olağanlaştırıyor! Zihinlerimiz buna alıştırılıyor. Sinema içinde bu geçerli örneğin:
Çılgın Türk Düğünü (Türk kızı Alman gençi ile),
Bir Tutam Baharat (Evli Tük Kadını İst. Göçmeni Rum aşcı ile) bunlar benim aklıma bir çırpıda gelenler, eminim biraz düşünsem daha onlarcası buraya yazılabilirdi. Hele bir cips reklamı varki halen gösterimde beni deli ediyor. Konuyu biraz anlatayım hemen hatırlarsınız! ‘Dede evin önünde uyuklamaktadır. Rum genci küreklere asıla asıla karasularımızı ihlal eder. Kızla tam el ele diz dize sevişme moduna girdikleri zamanda Rum kızın cipsinden almak ister. Kız çığlığı basar dede bastonuyla Rum genci kovalar.’ Yani "Rumlar Türk – Müslüman kızlarına askıntı olursa bunda şaşılacak bir şey yok ama Türk – müslüman kızınında namusunun cips kadar kıymeti yok." Abarttığımı düşünebilirsiniz. Peki siz ne anlıyorsunuz? Tuğce Kazaz gibilerin nasıl kolayca din değiştirmeleri nasıl oluyor sanıyorsunuz? Bence bu konu düşünmeye değer. Bizi benzetmeye çalışıyorlar ama neye?

Anlaşamıyorlar, Anlaştılar, Anlaşılır

Anlaşamıyorlar, Anlaştılar, Anlaşılır



Uzun bir aradan sonra buluşmamız bayram ertesine denk geldi. Başlık karmaşık gelebilir ama açıklamaya çalışacağım. “Anlaşamıyorlar” aslında bir yazısında Abdulvahap Bey'in Belediye Bşk. Sayın Ramazan İ. UYGUR ve AKP İlçe Bşk. Mahmut A. KAYA hatta her iki ismin kendi parti seçilmişleri ile aralarındaki münasebeti anlatmak için sarf ettiği cümledir. “Anlaşıldı” ise bu ikilinin ve sair şükeranın OSB konusundaki ortak tutumlarıdır. Hah işte bu ortak tutumları yani olması yönündeki sessizlikleri ilerde bu ilçeye vereceği zarar ise zamanla “Anlaşılır”Şimdi isimlerini buraya yazacağım ilçemiz etkililerinden hangisinin OSB'nin Kabaçakırı'na kurulmaması yönünde bir açıklamalarını duydunuz: R.İ.Uygur, M.A.Kaya, Muzaffer Sekban, Sezai Tamer vb. Normalde anlaşamadıkları ve zıt görüşleri ile sık sık gündemi işgal eden bu isimlerin hiçbirisi itiraz etmedi. Hatta çevre muhtarlardan Veli Koç haricinde sesini yükseltende olmadı. Özbey Muhtarı Kerim Özlü muhtemelen “benimle sözü edilen alan arasında bir köy var” demiştir. Metropolis bırakın sınırlarında köy merkezinin neredeyse içinde olan Yeniköy Muhtarı Turgut Buluş ise “benden daha fazla Ahmetli sınırlarına yakın” diyerek kurtulabilir mi kendini? Bir keresinde çok sevdiğim ve her zaman takdir ettiğim Buluş'a “Abi buraya OSB konusunda bir açıklama yapmalısın. İlerde bu durum en çok sizi etkileyecek” dedim. Lakin bana “ya Cenk işsizlik çok fazla köyümüzden işçi alacaklar! 5 kişide çalışsa bu büyük rakam..” demişti. Göreceğiz bakalım! Kaç kişi çalışacak? Torbalı da onca fabrika varda madem neden ilçede işsizlik oranı Türkiye ortalaması kadar?

Evet! “Ben OSB'nin Kabaçakırı’na kurulmasına karşıyım” bu cümleyi sadece gelecek nesillerin vicdanında yargılanırken suçum hafiflesin diye burada iliştirdim. Sakın ola sanayiye karşı olduğumuzu, Torbalı'nın daha fazla sanayileşmesini istemediğimiz düşünülmesin. Elbette gelmelidir. Ama bunun için Saipler ile Çapak arasında dönümlerce yer var. Arslanlar da Gurgur Dağı ve Top Tepe arası da öyle... üstelik yeni düzgün bir yolda yapıldı.Karşı çıkarken en önemli gerekçem şu;Torbalı büyüyor. Kuzeyi (Kuşcuburun, Yazıbaşı, Çapak altı), Kuzey-Batı (Pancar, Ayrancılar), Kuzey-Doğu (Karakuyu, Kemalpaşa yolu), Doğu (Fetrek Çayı ve çevresi), Güney-Doğu (Çaybaşı, Pamukyazı, Subaşı) sanayi alanları ve fabrikalarla dolu. Torbalı da genel olarak iki yönden rüzgar yani hava alır. Birisi Kuzeyden esen rüzgarlardır ki çoğu Karabel üzerinden gelir. Diğeri ise özellikle yaz akşamları sadece bir saat denizden yani Belevi, Sağlık tarafından esen lodos (bozyel). Düşünün geriye ne kaldı: Güney-Batı ve Batı. Hadi rüzgarı bırakalım (havasız yaşanmaz ya!) bu şehir ne tarafa büyüyecek diye sormaz mı hiç bu ilçenin yerel yönetici ve yönetici adayları? 15 yıldır Torbalı Mahalleri ve Ertuğrul Mahallesi arasındaki boşluğu yapılaştırarak idare ettik. O da dolmak üzere...

Doğu zaten Fetrek Çayına dayanmış. Son dönem imar Yeniköy-Özbey tarafına ilerliyor. Zaten Güney eski bataklık ve Cezaevi artından Sağlık'a kadar imara çok elverişli değil. Akıl ilçenin otobana yani Batı istikametinde büyümesinin mantıklı olduğunu söylüyor. Tabii bu arada sevgili ve çok saygılı yöneticilerimizin bu konuda ne düşündüğünü bilmek zor.

Zannedersem imar konusunu yakın, partili, hısım-akrabaların aldıkları yada alacakları komisyon belirlemiyordur. Yoksa bu ahlaka aykırıdır değil mi? Bakın bu yazıda OSB'nin Kabaçakırı'na kurulmasını eleştirdim ama Metropolis'ten hiç bahsetmedim. Zaten o konuda Ertan Ünver yeteri kadar dil döktü. Elbette tarih, vizyon, turizm, kimlik, etiket, marka kelimelerinin içeriğinden haberdar bir kaç özverili avukat ve sivil toplum kuruluşu hariçinde sesini duyan olmadı. Kapasite bu abisi, tüm mesele de bu..!

Biz daha bir anlayacakları dilden anlatmaya çalıştık. Yarın imara açıp satacak yer kalmayacak. Bu arada Özbey'in sevgili sakinleri siz artık kamyonların yollardan kaldırdığı tozun ürünlerine zarar verdiğini, büyümesini engellediğini, hastalık yaptığını iddia etmesin. Nasılsa artık işçi olacaksanız! Olmasanız da siz daha toz ve yağma görmediniz. Şimdi 10-15 kamyona karşı çıkıyorsunuz ama ileride gelecek 100-150 kamyona ses çıkarmıyorsunuz öyle mi? Bana da çok mantıklı geldi doğrusu!!

Gelelim Ahmetli Köyü'ne Veli Koç başına gelecekleri en iyi kavrayan çevre muhtarı olduğunu kanıtladı. Eh Kabacakırı OSB ile dolunca atık suyun eğimi ne yöne? Ahmetli. Kuzey rüzgarı OSB üzerinden aldığı tertemiz havayı! Vereye sürükleyecek? Ahmetli. Vay temiz havaya alışmış yörüklerin haline, çekin kurumu içinize! Sakın birilerinin “atık su tesisi yapılacak, havayı kirletecek kuruluşlar gelmeyecek” söylemine kanmayın. Bakın Torbalı'ya kaç kuruluşta atık su tesisi var, kaçında var olanlar çalıştırılıyor? Peki kim bunları denetleyecek? Torbalı Belediyesi, Ticaret Odası falan filan. Eh Kabacakırı OSB de ancak bu kadar denetlenir. Yok yeise düşmeyin umutvar olunuz. Nasılsa hepimiz ölümü tadacağız.

Ermeni Sorunsalı


Ermeni Sorunsalı

Ermeni Diasporasının çabaları ilk meyvesini çoğumuzun haritada yerini bilmediği Güney Amerika'nın Atlas Okyanusuyla çevrili bir ülkesinde aldı. Uruguay 1965 yılında Ermeni Soykırım iddialarını resmen ilk kabul eden oldu. İspanyolca konuşan, 3.5 Milyon nüfuslu (2001) bu ülkeye birilerinin gücü yetti. Neden Uruguay? Çünkü bizimle ekonomik, ticari, kültürel, tarihi hiçbir bağlantısı olmayan bir ülkenin, dünyanın diğer yarısındaki bir ülkeye “siz katilsiniz” demesinin hiçbir zararı olmazdı! Üstelik biz de aldırmadık bu duruma..! Zaten 1982 yılında Güney Kıbrıs Rum Kesimi kabul edinceye kadarda bir boşluk oldu. Tabii 1980'in 24 Nisanında Ronald Reagan'ın Ermenilere yayınladığı mesajda "Soykırım" ifadesini kullanan ilk ABD Başkanı olduğunu saymazsak. 1993 Arjantin kabul ediyor. “Hadi Rumları anladık Arjantin'e ne oldu?” diyenler çıkacaktır onlarda haritaya baksın. Bu kangrense eğer Uruguay ile komşu olduklarını görürseniz düşünceleriniz pekişebilir. Hiçbir alakamız olmayan Uruguay gibi bir ülke Arjantin. İşin garibi bu Arjantin'i bize karşı öyle doldurmuşlar ki adamları, 2003 ten beri bu yıl da dâhil olmak üzere her yıl düzenli olarak kabul ediyorlar Sözde Soykırımı. Ruslar ve Almanlar ise bir alem ya. Lan sizin başka bir ülkenin ayıbını göstermeye nasıl yüzünüz oluyor? Amerikalılara gelince onlar öldürmeye kurulmalarını bırakın Kıtaya ayak bastıklarından beri devam ediyorlar. Önce içeridekileri (Kızılderililer, İknalar, Mayalar, Astekler, Toltekler vs.) sonra dışarıdakileri (Japonya, Vietnam, Kore, Sudan, Somali, Irak vb.) öldüre öldüre dünyayı Amerikanlaştıracaklar. Ya kabul edeceksiniz ya da öleceksiniz!

İddiaları sonra tekrar tekrar kabul eden ülkeler şunlar:


Rusya: 1995, 2005,
Kanada: 1996, 2000, 2004,
Yunanistan: 1996,
Lübnan: 1997, 200,
Belçika: 1998,
İtalya: 2000,
Vatikan: 2000,
Fransa: 2001,
İsviçre: 200,
Slovakya: 2004,
Hollanda: 2004,
Polonya: 2005,
Almanya: 2005,
Venezuella: 2005,
Litvanya: 2005,
Şili: 2007.

Oylama öncesi AKPli devlet bakanı Egemen Bağış ve CHP Milletvekili Şükrü Elekdağ başkanlığında bir TBMM heyeti kulis yapmak ve gerçekleri anlatmak için Yeni Dünya'ya gitti. Amerikalı bir senatöre meram anlatmaya çalışırlarken zat kendilerine “durun bakalım. Ermeniler 100 yıldır burada ama siz daha yeni geldiniz” diyor. Hani bir söz vardır: “taşı delen suyun kuvveti değil, devamlılığıdır” işte tam öyle… Ermeni Diasporası yarım yüzyıldan fazla bir zamandır tezlerini dünyaya duyurmak için çalışıyor. Ülkede bazı dingolar ise Amerikan Temsilciler Meclisinde kabul edilen yasanın bir öncekine (2000) göre daha az kabul oyu ile onandığını iddia etmekteler. 2000 38-12, 2005 40-7 olan kabul oyları bu yıl 27-21'e inmiş! İyi be kardeşim red oyu verenler Ermeni Soykırım İddialarını inkâr etmiyor ki… Sadece şu sıralar böyle bir oylama ve kabulün Türk Amerikan Ortaklığına, Irak, Afganistan Harekâtlarına ve İncirlik üssünün kapatılmasından korktukları için ret oyu veriyorlar.

Aslında bu çıbanı biz büyüttük! Çok gürültü çıkardık, az icraat yaptık. Fransa ve İtalya kabul ettiğinde Fransız malı buzdolaplarını sokaklara atıp üstlerinde koca koca adamlar zıpladık. İtalyan marka arabasını yakanlar oldu. Fransa iddiaları kabul ettikten 6 ay sonra ülkemize yaptığı ihracatın % 10 arttığını bilen var mı? Bakın azalmıyor artıyor. Zaten bu yüzden Kaliforniyalı Demokrat milletvekili Brad Sherman, “Birkaç gün boyunca Ankara'dan sert bazı açıklamalar duyacağız ve daha sonra mesele kapanmış olacak?” demedi mi? Bu arada Kaliforniya ülkede en bol Ermeni bulunan bölge. Tam burada yine yine hatırlatmakta fayda var. Marketten, bakkaldan aldığınız ürünlerin barkot kodu eğer 869 ile başlamıyorsa yerine koyun başlayan müdavilini alın. Yoksa sokaklara dökülüp ne kadar bağırırsanız bağırın, ekonomik tepki koyamıyorsanız sadece küçük düşüyor ve iplenmez bir şekilde pervasızlıklarını arttırıyorsunuz. Almayın kardeşim ölürmüsünüz İsveç çikolatası yemeseniz, Fransız arabasına binmeseniz? Hele sigarayı hiç anlamıyorum. Yahu bunun ABD malı olanını almayı verin nasılsa hepsi öldürüyor! Türk tütünü dünyaca ünlü bu konuda da üstün olduğumuza şüphe ben hiç duymadım.
Gelelim en çok canımı sıkan konuya:Arife gününden önceki iftarda Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nun davetlisiydik. Yemekten sonra sayın Yazıcıoğlu, BBP Genel Sekreteri Yalçın Topçu, gazeteci ve televizyon sunucusu Ertan Tan ile ayak üstü sohbete koyulduk. Zaten geçen ay gittiğim Sivas gezisinden beri üzerimde kalan şimdi BBPli belediye meclis üyesi olan üniversiteden ev arkadaşım Nedim Kangal'ın selamını Yazıcıoğlu'na iletmem gerekiyordu. Gündem ne çabuk değişiyor! O günlerde “ABD ve Ermeni Soykırım İddiaları” ana gündemdi. BBP Genel Sekreteri Yalçın Topçu, “eğer Ermeni İddiaları ABD Senatosunda kabul edilirse bizde TBMM bahçesine 'Kızılderili Soykırım Anıtı' dikelim” dedi. Doğal olarak ertesi gün tüm gazetelerde bu beyanat az-çok yer aldı. İşte bu mantık yani Topçu dışında birçok siyasimiz ve düşünürümüz tarafından dillendirilen bu gibi öneriler beni son derece rahatsız etmektedir. Zira ABD Kızılderili Soykırımını yapalı çook uzun yıllar oldu. Üstelik soykırım gibi insanlık sucu olan bir şeyin “diplomatik tepki koymak için” kullanılmamalıdır. BAD'nin Kızılderilileri sistematik olarak öldürdüğüne ve yok ettiğine inanıyorsanız bunu gerisini düşünmeden haykırırsınız.
ABD Birinci Körfez Savaşından beri Iraklıları öldürüyor. II. Körfez Savaşının başladığından beri 1 milyona yakın Iraklı öldürüldü, 4 milyona yakını mülteci durumuna düştü. Üstelik bunu yaparken cephanesinden, suyuna, yiyeceğine kadar ikmalini Türkiye üzerinden gerçekleştirdi. Ermeni soykırım iddiaları ABD Temsilciler Meclisi tarafından kabul edilene kadar eğer sesimizi çıkarmadıysak burada bir ahlaksız duruş var demektir. Ben artık Türkiye'nin artık bu iddialarla vakit kaybetmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kim neyi kabul ederse etsin. Bizim bugünümüzü çalmak için dünümüzün kaos günlerini kullanıyorlar. Ne zaman İncirlik (çekiç güç) Üssünün görev süresinin dolması yaklaşsa Ermeni Meselesi Türkiye'nin önüne sürülüyor. Her gün ölmektense bir gün ölmek beklide bizim için daha hayırlı olacaktır!

Zaten bu olmazsa bir sonraki kabulden sonra kesin ABD Senatosu bu iddiaları kabul edecektir. K.Irakta ABD tarafından muazzam büyüklükte bir havaalanı inşa ediliyor. Üstelik bir Türk firması eliyle… O tamamlanınca ne Çekiç Güç'ün süresini uzatmamızı isteyecekler ne de İskenderun Limanını kullanmak! Ermeni iddiaları sorunsuz kabul edilecek. Siz asıl o zaman görün PKK terörünü!

Geçen yazımızda bu yazı için PKK ve K.Irak konusunu işleyeceğimizi not düşmüştük. Hatırlayanlar şimdi ne alakası var? Diyordur. Doğru ama mevzu uzun ve daha ASALA teröründen sonra yerine idame edilen PKK'yı yazmaya yer kalmadı. Siz PKK'nın kadın militanları arasında en çok kullanılan kod adının ne olduğunu biliyor musunuz? 'ERİVAN' yani Ermenistan'ın başkenti yada Ağrı Dağının Ermenice ismi 'Ararat'. En azından bu küçük bilgiyi vererek bitirelim yazıyı ki, bir ipucu vermiş olalım.


Cenk SARIGÖL


Aracı Demokrat

Aracı Demokrat



Bir mizah, bayram öncesi okuyucuların yüzünce tebessüm oluşturmak adına 9 soruluk testimizi ( http://cenksarigol.blogspot.com/2007/11/doru-cevaplar-bilen-herkese-hediye-vard.html  Ramazan arifesinde burada yayınladık.

Ardından Sayın Mehmet Alpsü'nun eleştirel hatta ağır tenkitler (mesleki olarak hakaret olarak algılanabilir) içeren cevabını http://www.buyuktorbali.com/index.php?option=com_content&task=view&id=1903&Itemid=5 çekinmeden yayınladık. Mizah'ın bir toplumu var eden kodlarda nasıl bir yere sahip olduğunu az çok okumuş herkes bilir. Biz “Kara Mizah” yapmaya çalıştık. Tıpkı Ertan Ünver ve Mustafa Yetkil'in kullandıkları üslup gibi. Kara Mizah birazda tersten okumak ve ya yazmak demektir. Sözlüklerde, “Umutsuz durumlara, ağlamak yerine gülmeyi seçmek. Bütün kavramlar, kişiler, kurumlar eleştirilir, sorgulanır. İnsanoglunun benliği, hedef alınır. Bilinci açar.. Gülsem mi ağlasam mı dedirten esprilerle bezenmiş sanat..” benzeri karşılıklar bulur. Okumayan varsa ve derin bir örnek görmek isterse Aziz Nesin'in “Nötron Bombası Uygarlığı Kurtaracak” diye güzel bir de yazısı vardır.

Başlıkla alakasız görülebilir ama bu yazı Genel Yayın Yönetmenimiz V. Olgun'a ithaf olunur! Şöyle demişti Olgun, bizi yerdiği ve gazetenin demokratlığından dem vurduğu yazısında: “Ünver'in belirttiği gibi bu gazetede demokrasi vardır. Gazetenin yazarları birbiri ile aynı düşüncede olmak zorunda değildir. Sevgili Cenk Sarıgöl'ün Torbalı'nın son dört belediye başkanını kapsayan yazısı, Haluk Alpsü'den dolayı polemiğe dönüştü. Bence gereksiz bir polemikti. Şahsen Cenk'in Alpsü ve Karatoklu ile ilgi yazdıklarını beğenmedim. Ama yazdıklarını beğenmemem yazı yazma özgürlüğünü elinden almamı gerektirmez. Bu köşede Rahmetli Haluk Alpsü'den her bahsettiğimde isminin başına 'efsane' sıfatını iliştiririm. Yazılı basında Torbalı'da bu sıfatı kullanan ilk isim de herhalde benimdir. Hem Alpsü, hem de Karatoklu bence efsanedir. Bu konuda yanlış da düşünüyor olabilirim. Ama benim düşüncem bu. Başkaları düşünceme saygı göstermeli.Ama Rahmetli Alpsü'nün daima halk için de olduğunu büyüklerimizden dinleyerek büyüdük. Ayrıca ebediyete intikal etmiş insanlardan bahsederken kullanacağımız kelimeleri çok iyi seçmemiz gerekiyor. Ayrıca onların kendilerini savunma hakkının ellerinden alındığını bilerek yazı yazmalıyız...Cenk'e, 'Ölülerinizi hayırla yad edin' hadisini hatırlatmakta fayda görüyorum. Ama Rahmetli Alpsü'den bahsederken de 'yutkunmamız' gerekmez. Şahsen Alpsü'yü sadece Mehmet Bey'in babası olarak değil de Torbalı'ya mal olmuş birisi olarak görüyorum.
Gazetede demokrasi var! Ben Cenk Sarıgöl olarak en demokrat şekilde benim hakkımda aykırı yazılan bir eleştiriyi hiç dokunmadan köşemde yayınladım. Üstelik ben testte sadece bir soruyla bahsetmiştim. Benim borozancılığıma kadar çamurlu yarım sayfalık eleştiriyi yayınladım. Eğer demokrasi varsa Olgun'un da beni eleştirmesine hiç gerek yoktu. Kaldı ki ben şimdi Vahap Bey'in “Kara Mizah” nedir bilmeyecek düzeyde bir gazeteci olduğunu iddia da edemem. Öyleyse bence ard niyet var. Eğer gazetende yazan birisi bir başkalarının borozanını çalmak gibi ağır bir suçlamayla karşılaşıyorsa herşeyi bırakıp bunun karşısında olması gerekir. Şimdi kendisinin taktığını itiraf ettiği bir sıfatı herkes kabul etmek zorunda değil. Kaldı ki soru doğru bilinsin diye bende bu takıyı kullandım. Rahmetli Alpsü'nun “Halkın içinde olmadığını” ise hiç iddia etmedim.

Eğer Alpsü'yu eleştirmek isteseydim öyle bir test sorusuyla kalmazdı bu... Üstelik sizin yazarınızı birsi kalkıp “yutkunarak yazmalısın” dediğinde sen yazarını eleştirmeye devam ediyorsan (şimdi ben onu da eleştirdim savunması yapacaktır) bu demokrasi tanımı farklı olur. Yarın bir başkası kalkar “Benim adımı da besmele ile ağzınıza alın” der. O zaman da gazeteciliğin en önemli kuralı eleştirel bakış ölür.
'Ölülerinizi hayırla yad ediniz' hadisinin bana hatırlatılması ise çok abes ve ağır bir eleştiri. Şimdi ben Rahmetli Alpsü için ne dedim Allah aşkına? Yalnız... toplumların kaderini şekillendirecek konumlarda bulunan insanların eleştirisi hep saklıdır. Bu mantıkla Hitler'i, Tito'yu, Lenin'i eleştiremezsiniz. Ya da Türkiye'den bir örnekle Toprağı bol olsun Ecevit'in 'Güneş Otel' pazarlıkları ile milletvekili taransferlerini bakanlık vererek başlattığını ve siyasi yozlaşma, ahlaksızlığa yol verdiğini yazmayacak mıyız? Geçmişin hatalarını yazmazsak, geleceği nasıl şekillendireceğiz. Benim nezdimde toplumların kaderini terkettiği, teslim ettiği ya da yöneten kişiler ölünce badem gözlü olmaz. Hele gazeteci gözünde, aydın kalemin hiç olmaz.

Kısaca Vahap Olgun aracı bir demokrat tutum takınarak büyük bir haksızlık yapmıştır. Bunu yaparken aynı zamanda ‘Genel Yayın Yönetmeni’ sıfatını taşıdığı için kendi kalesine gol atarak, gazetenin demokrasi seviyesiyle oynamıştır. Gazetecilik kuralları içinde normal olan bir durumu anormal göstermek, kara mizahi bir yazıyı işaret ederek, yazarına 'sende haksızlık ettin’ demek tarafgirliktir. Taraf tutabilirsiniz ama bunu demokratlık makyajı ile sunarsanız hasarlı olur. Hele yazarınızı yazmadığı şeyleri söylemekle itham ederseniz!
Son gelişen terör olayları, şehitlerimiz ve Bizim güvenliğimiz için can veren koç yiğitlere selam olsun. Allah din, iman, vatan, millet, namus ve sancak için yere düşenlerin ecrinden nasiplendirsin.

 

Cenk Sarıgöl

12 Kasım 2007

Doğru Cevapları Bilen Herkese Hediye Var/dı

Doğru Cevapları Bilen Herkese Hediye Var
Cenk Sarıgöl

Evet! Şimdi sizlere bir test sunacağım. Bu sorulara yanıtlarını cenksarigol@mynet.com adresinden bana iki gün içinde gönderen ve doğru şıkların hepsini bilen tüm okurlarıma hediye göndereceğim. Bakalım Torbalı siyasetinin dün ve bugününe kimler, ne kadar aşina!
1- İlçemizde büyük alt yapı yatırımları yaptığı bilinen ve halen kullanılmakta olan çatlak, bodrumunu su basan, 20 sene sonrasını göremediği için Belediye Binamızı uygunsuz bir planla oturttuğu için cücük kadar meydana hapseden (sonra meydanı taşımak zorunda kaldık. Elbette binayı taşıyamıyacağımıza göre..!) “efsane belediye başkanı” olarak söz edilen kişi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Murat Ağa b) Haluk Alpsu c) Ertan Ünver d) Hasan Karatoklu e) R.İsmail Uygur

2- Sık Sık Plan ve projeli işler yaptığından, bilimsel çalışmadan bahseden ama döneminde Çamlık, Aydın asfaltı üzerine diktiği ucube binalar yüzünden halkımızın “Papaz” lakabı taktığı, Metropolis ve Güz Etkinlikleri’ni ilçeye kazandıran belediye başkanı kimdir?
a)Karl Marx b)Mustafa Suphi c)Ertan Ünver d)Müjdat Gezen e)Mustafa Ekmekçi

3- Torbalı’nın en fazla sanayileştiği, fabrika ve kooperatif ruhsatı verilen 10 yıllık görev süresinde: Pazarcı esnafından alınan parayla pazaryerine belediye hizmeti adı altında uzay çatı, 10 kişinin aynı anda girmesiyle dolan dev Türk Hamamı yaptıran. Kendinden önce dikilen ağaçların altına parke taşı döşeyip ve içine bir havuz kondurarak, ilçenin tek nefes alınacak mekânına dönüştüren icraatlarıyla halkımızın başını döndüren belediye başkanı hangisidir?
a)Tansu Çiller b)Ahmet Piriştina c)Adnan Menderes d)Hasan Karatoklu e)Aziz Kocaoğlu

4- İlçemizi kendi heykelini dikerek 7 düvele tanıtan, yıktığı yerler, çıkardığı işçiler, Deve Güreşi, Metropolisspor, bitmiş işi ihaleye çıkarmak gibi ses getiren icraatlarıyla göz dolduran Belediye Reisimiz kimdir?
a)Sümbülzade Vehbi Efendi b)Cinayet Hasan c)Ertan Ünver d)Paşa Kadir e)R.İsmail Uygur

5- İlçenin her yanını kameralarla donatmasına rağmen, Ertuğrulda soyulan dükkânların faillerinin bulunamadığı, kameraların altında esnafın arabasının çalındığı ama ilçemize Alman Üniversitesi kurulması yününde takdir edilecek caba harcayan kişidir. Ayrıca, Atatürk Sanayi Sitesinde artan hırsızlıklara karşı Esnaf Odası tarafından görevlendirilen ve polisin görevini yaparken yılbaşı gecesi bıçaklanan, fakat bıçaklananın kaçarken yolda ölmesi üzerine “o hırsız değil hurdacıydı” diyerek gündeme damgasını vuran eski emniyet müdürümüz kimdir?
a)Mehmet Ağar b)İlker İşbilir c)Sadettin Tantan d)Hortum Süleyman e)Gaffar Okkan

6- İl Genel Meclis üyeliği ve Oda başkanlığını İkisinin de kuyruğunu birbirine değirmeden birlikte yürütür. Yıllardır yaptığı başkanlığında maaş almamasıyla tanınır. Son yıllarda üzerinde çalıştığı en büyük proje ilçemizin sanayileşmeyen tek bakir alanı batı yönündeki Kabaçakırı’na Organize Sanayi Bölgesi kurulması yönündeki çalışmalarıdır.
a)Sezai Tamer b)Civa İsmail Akman c)Muzaffer Sekban d)Ekrem Demirtaş e)Murat Uslu

7- Son seçiminde kıyasıya bir yarıştan sonra rakiplerine “bir taşla 5 kuş vurdum” mektubu gönderen, yılların eskitemediği oda başkanı aşağıdakilerden hangisidir?
a)Yılmaz Odabaşı b)Anthony Quinn c)Şemsi Bayraktar d)Murat Uslu e)Latif Pazarcı

8- Kendi kendine ve yandaşlarıyla seçim yapması ile tanınan, ilçemizde Türkiye’nin en etkin yerel gazetelerden birisi olmasına rağmen başkanı olduğu Oda seçimini duyurmadan yapan, sonrada büyük zafer kazanmış gibi yemekler veren yıllanmış Oda başkanımız kimdir?
a)Latif Pazarcı b)Latif Doğan c)Selahattin Hünü d)Murat Uslu e)A.Kadir Akgül

9- CHP İlçe ve Belediye Başkanlıkları sırasında yerel gazetecilere fırsat buldukça dava açan ama ilçemizi tanıtmak maksadıyla yapıldığını sandığımız “heykel” olayından sonra hakkında onca ağır yazılar yazan büyük gazete yazarlarına dava açmaya imtina eden sayın belediye başkanımız aşağıdaki hangi yerel gazeteciye dava açmıştır?
a)Ertan Ünver b)Abdulvahap Olgun c)Cenk Sarıgöl d)Kubilay Kaplan e)Hepsi


Benim tavşanım tüm kaplumbağaları geçer

Dün yaptığımız ve okurlara hediye vermeyide tahaüt ettiğimiz (bence komik ve düşündürücü) test üzerine birinci soruya eleştirmek üzere Rahmetli Haluk Alpsü’nün oğlu Mehmet Zafer Alpsü bize tekzip mahiyetinde bir cevap göndermişler. Aynen yayınlamadan önce soruyu tekrar yineleyelim. Böylece zaten hükmü kalmayan ve soruyu yanlış bilen okurlarımızda doğru şıkkı öğrenmiş olurlar.

1- İlçemizde büyük alt yapı yatırımları yaptığı bilinen ve halen kullanılmakta olan çatlak, bodrumunu su basan, 20 sene sonrasını göremediği için Belediye Binamızı uygunsuz bir planla oturttuğu için cücük kadar meydana hapseden (sonra meydanı taşımak zorunda kaldık. Elbette binayı taşıyamıyacağımıza göre..!) “efsane belediye başkanı” olarak söz edilen kişi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Murat Ağa b) Haluk Alpsu c) Ertan Ünver d) Hasan Karatoklu e) R.İsmail Uygur

“CENK SARIGÖL’ ÜN DİKKATİNE
09/10/2007 tarihli yazınızı esef ve kızgınlıkla okudum. Gazetecilik mesleğinin halkı doğru bilgilendirmek ve yol göstermek olduğunu düşünürsek; sizin ne yapmaya çalıştığınızı anlamakta zorlanmaktayım. Olsa olsa bir art niyet diye düşünmekteyim.
Yazınızda konu ettiğiniz babam HALUK ALPSÜ Torbalı ilçesinde tam 16 yıl, 3 seçim dönemi başkanlık yapmıştır. Ufku kapalı bir insan tahmin edesiniz ki bu kadar süre başkanlık yapamazdı. Hem de son dönemi bağımsız seçilerek başkanlık yapmıştır.
Yaşınızın yetip yetmediğini bilmiyorum. Ama belediye binasının yapım aşamasında neler yaşandığını bir zahmet araştırma gereği duysaydınız yerli esnaflar ve hatta babamın aksi görüşündeki esnaflar zarar görmesin diye böyle bir uygulama yapıldığını öğrendirdiniz. Ayrıca her belediye başkanı mühendis mimar olacak diye bir şart yoktur. Belediye yapım işi tamamlamıştır. Eksiklikleri bulmak belediye mühendislerinin işidir.
Yine yaşınızın yetmediğinin düşünerek rahmetli babamın yaptığı ve hala Torbalı’ da üzerinde yürünen yollar; çeşmesinden su akan yer altı yatırımları BELEDİYE HİZMET BİNALARI NI hatırlatmak isterim.
Babam rahmetli olalı tam 14 yıl oldu. Belediye başkanlığından ayrılalı tam 18 yıl oldu. Ama hala kendisini efsane başkan olarak hatırlayan gerçek TORBALILAR var.
Kimlerin borazancılığını yaptığınızı bilemem. Ama bundan sonra rahmetli babamın adını ağzınıza alır iken bir kez daha düşünüp yutkunmanızı öneririm. Çünkü laf söylemek kolay işi yapmak zordur.”
MEHMET ZAFER ALPSÜ

İnsanın en büyük eseri evladıdır. Öncelikle sevgili oğul ALPSÜ’ya bilgilendirici, cahilliğimizi giderici, aydınlatıcı cevabı için teşekkürü borç bilirim.
Bu ülkede çok hizmet etmek yada kendi kulvarındaki diğerlerinin önünde bulunmak öyle aslında göklere çıkarılacak bir şey değildir. Bunu anlamak için döner geriye bakarsın I. Dünya Savaşından en az Osm. kadar ağır bir anlaşma (Sevr 10 Nisan 1915) imzalamak zorunda kalan Almanlar (Versay 28 Haziran 1919) II. Dünya Savaşına süper devlet olarak girmişler, yerle bir edildikleri halde yine süper devlet olmayı başarmışlardır. Kore’yi gidip biz kurtardık ama dün sazdan çardaklarda yaşayanlar bize teknoloji ve bilgi satar hale geldi. Yani kendi bostanınızdaki karpuzun köyün en büyüğü olduğunu iddia etmek için köydeki tüm bostanları dolaşmış olmanız gerekir. Aksi takdirde zaman geçer sizin bostanın en büyük karpuzu 5 kilo çekerken, alemin tarlasında kaba karpuz 20 kğ etmektedir.
Yollardır bize Demirel, Ecevit ikilisinden birisini tercih etmek zorunda bıraktılar. Demirel az mı hizmet etti bu vatana saymaya kalksa bu yaşında bir ay anlatır. Şimdi dünyayı tanıdıkça meydana çıkıyor herşey! Ülkelerin gelişmişlik hızını geriye bakarak ölçemezsiniz, o sırada yarıştığınız devletlere göre ölçebilirsiniz ancak.
Sayın ALPSÜ “ufku kapalı bir insan bu kadar süre görev yapamaz” diyor. Aynı örnek hatta güzel bir atasözüde var aslında... Böyle görev yapanları bir örneklemeye kalkarsak sayfalar yetmez diğerleri darılır valla. Doğrusu Rahmetli Alpsü’nün ismi dilimin ucuna geldiğinde sık sık yutkundum. Sanırım oruçtan. ‘Efsane Belediye Başkanı’ sıfatına gelince doğrudur. Kimler takmıştır, neden takmıştır? Bizde bu memleketin insanıyız. Gelgelelim benim soruda en çok yanlış şimdilik birinci soruda yapılmış. Bir yöneticinin en büyük özelliği gelecek öngörüsüne sahip olmasıdır. Elbette mühendis, mimar olması gerekmez ama onları dinlemesi gerekir. Ertan Ünver içinde “Kazımdirik Caddesini sadece bir kişi için 5 metre daha genişlememiş olmasından sorumludur” denir.
Buraya kadar tamam mı? Bilmiyorduk, yaşımız yetmiyordu öğrendik. Fakat yazınızın başında “gazeteciliğime laf söylüyorsunuz” orda durunuz. Ben bir test yayınladım ve bununla doğru cevabın bulunmasını istedim. Şimdilik onlarca kişide bu soruyu doğru cevaplamış. Soruda belediye binası çatlat yazdım. Çatlak yav körmüyüz? Bodrumunu su bastığını herkes biliyor. Bu meydan yetiyordu da İsmail Uygur sırf canı sıkıldı, pencereden Atatürk Heykelini görmek istemedi, belediyeyi keyfi zarara uğratmak için mi taşıdı meydanı? Evet cücük kadardı. Eğer siz 20 yıl sonrayı göremiyorsanız ancak Torbalı da Efsane olursunuz yada Türkiye de başka bir yerde değil! Sonra Hizmet üretmek yöneticinin görevidir. Hizmet makamında olmayanlara “neden sende yapmadın” diye sormak, insanlarda izan şüphesi doğurur.Şu kutsal günlerde iyi – kötü ilçemize, halkımıza faydası dokunmuş herkese rahmet ve mapfiret diliyorum. Müslümanların Ramazan sairlerinde Şeker bayramını kutlarım.

Hedefin Güdüye Etkisi

Hedefin Güdüye Etkisi


Belediye ve belediyecilik konusunda sık sık temek görevleri burada yazdık. Tekrar edelim. Vasat bir belediye vatandaşının çeşmesinden su akmasını sağlar, çöpünü toplar, yollarını yapar, kanalizasyonunun tıkanmadan akmak üzere düzenler. Mücavir alanı içindeki imalathaneleri denetler, yapılaşmayı düzenler, evlilik işlemlerini yapar...


Buraya kadar herşey normak değil mi? Bunun dışında ihtiyaçına göre hizmet binaları yapar, gerekli makina ve sair alımlarını gerçekleştir. Vasatın üstündeki belediye iklime, şartlara göre öngörü sahibidir. Bir iki yıl sonrasını düşlünerek planlama yapar. Eğer abonelerini besleyen su kaynaklarında debi düşüşü varsa önlem alır, yağmurlar başlamadan yaz boyu tıkanan kanalizaston şebekesinin mazgal ve logar ağızlarını temizletir. İlçesinde çalışacak Tedaş, Telekom gibi diğer resmi hizmet kurumlarıyla koordineli çalışmalar yürütür. Söz gelimi bir mahallede Telekom iletişim hatlarını yer altına alacaksa burada kendisine ait düzenlemeleri eş güdümlü yaparki vatandaşın parası hem çarcur olmasın hemde mağdur kalmasın. Telekom koblolarını ter altına almak için kazarken, gerekliyse belediye burada kanalizasdyon ve su şebekesini yeniler, yol ve kaldırım düzenlemesini yapar. Vasatın biraz üstündeki belediyecilik, sadece koordineli çalışma ile bu farkı yakalar.


İyi bir belediye ise zaten koordinasyonu eksilsiz olandır. Şehrinin ve halkının ihtiyaçları ve bu ihtiyaçların giderilmesi yönündeki çalışmalarını planlar. En az 15 yıl sonrası için üretim yapar. İlçesinin aldığı veya verdiği göç oranlarını, sanayi ve yerleşke imarın büyüme istikametlerini, bu büyüme hızına paralel olarak, kanalizasyon, su şebekesi gibi alt yapının yeterlilik durumlarını, yüksek katlı binalara göre basınça dayanıklılık dirençlerini hizmet akışı içinde planlar. Alanı içinde her yıl kaç yeni araçın yollarına çıktığını, park sorununu, oyun, spor sahası gibi aktivite alanları planlanır. Hızla sanayileşen, göç alan, tarım alanları fabrikaya dönen bir ilçede siz patates toplama makinesi alıyorsanız bu beceriksizliktir, öngörü noksanlığıdır. Artan nüfuza göre şehrinizin meydanlarını, caddelerini, kaldırım ve park alanlarını hesaplamadan yapılaşma izinleri veriyorsanız başarılı değilsiniz.


Birde çok çok ileriyi planladığı için başarısız olanlar vardır. Söz gelimi kendi döneminden 12 sonrayı planlayıp hizmet üreten adam, öngörüsü fevkalade yüksek birisidir. Ama o kişinin yapacağı iş ilçe, belde belediye başkanlığı değildir. Bu kişiler illeri, bölgeleri, ülkelerin geleceğini planlamalıdır. Yoksa küçük yerleşimlerin dar siyasetinde balçıkla kaplanırsınız. Hadi örnekta vereyim Ertan Ünver... sen kalk “Torbalı Turizm ile zengin olacak ve kalkınacak” öngörüsü üzerine bir plan üzerinde çalış. Kafasını pamuk tarlasından kaldıramayan, kanaldaki söğüt ağacından ötesini göremeyen halkın seni anlamasını, yardımcı olmasını bekle. Hem öyle uzağa bakarken önünü de göremezsin sonunda! Bunca plana-projeye rağmen Kazım Dirik Caddesi’ni 5 metre daha büyütmekten aciz kalırsın. Halkın normal mizahtan anlamazken sen Aziz Nesin gibi Kara Mizahı’ın dibini bulmuş adamları getirirsin ayağına kovalarlar. Adam tarlasını 3 kat fazla değerle satmaya çalışırken sen alacak fabrikatörün ensesine “arıtma tesisi” diye binerde 50 yıl sonrasını düşünürsen sana tarla sahibi, fabrikatör hatta oğlum çalışacaktı diye kendini avutan kahve müdavimleride seni sevmez. Hem öyle kolaymı 5 senede 50 yılı planlamak ve hayata geçirmek. Yetmez! Sonra yaptıkların boş işler diye yıllar geçer. Ne sen kimseyi anlarsın (iyilikten anlamıyorlar diye) nede kimse seni!

Örneklenecek şahsiyetlerde önemlidir. Söz gelimi Osmanlı da ne zaman Mimarlar Koca Sinan’ı taklit edip, onun mimari dehasına, Dede Efendi ve Itri’nin müzük ve bestekarlığına ulaşmayı hedefledi. Artık bu kulvarlarda gelişme durdu. Çünkü Koca Sinan’dan ötesini görmeyen mimar sadece taklitçidir. Ve artık onun mimariye katacağı yeni hiçbirşey kalmamıştır. Gelişme durur ve gerileme başlar. Bu yüzden kimse hizmet yarışında ulaşılmaz, zirve, en büyük ve efsane değildir. Olmamalıdır. Kabul edenler zaten kendi kapasite ve sınırlarını çizmişlerdir. Size verebilecekleri hedeflerinin en fazla bir parmak altıdır. Bu aynı zamanda kendine güvensizlik, öngörüsüzlük, kısırlık ve sınırlılıktır. Bilmem anlatabildim mi?

K.Irak’a Operasyon

K.Irak’a Operasyon


Haftabaşı SETA’nın (Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı) davetlisi olarak "Sınır Ötesi Harekat ve Milli Güvenlik Sorunu" konulu katılımcıları sınırlı tutulan bir toplantıya katıldım. Konuşmacılar USAK (Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu) Bşk. Dr. Sedat Laçiner ve Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi İsmail Küçükkaya idi. Paneli SETA’nın değerli yöneticilerinden Dr. İbrahim Kalın yönetti. Son günlerde sanki toplumsal bir akıl tutulmuşluk sürecine girmişçesine sivil toplum kuruluşlarından, siyasi partilere, sendika başkanlarından kahve müdavimlerine kadar herkesin “K.Irak’a girip Pkk’yı bitirmeliyiz. Gerekirse ABD ile çatışırız. Barzani’nin defterini dürüp, çatısını başına geçirmeliyiz” türü akla ziyan söylemlere karşı bu toplantıya katılmak fevkalade aydınlatıcı oldu. İlk söz alan Laçiner oldu ve, “Kuzey Irak'a bir operasyon yapılacak olsa dahi bunun bir kasap yaklaşımıyla değil, bir cerrah inceliğiyle yapılması gerektiğini ifade etti. BARZANİ 1990'LARDA PKK İLE KURŞUN KURŞUNA ÇATIŞTI. (çoğu zaman yaralıları bizim askerimiz tarafından Türkiye’ye getirildi tedavileri yapılıp gönderildi).” Uluslararası hukukta "sınırötesi operasyon" gibi bir kavramın bulunmadığını belirten Laçiner "Sıcak takip diye bir kavram var. Bu da açık denizlerle ilgili. Bunda bile başka bir ülkenin sınırına giremezsiniz. Ancak ikili anlaşmanız varsa bu olabilir. Bizim Irak'la böyle bir anlaşmamız yok. 1930'lu yıllarda böyle bir anlaşmamız vardı. Bu anlaşmaya göre 75 km.'lik bir alana kadar girilebiliyordu. Bu anlaşma rejim aleyhtarı faaliyetler için kullanılıyordu. Sonra 1984 yılında Saddam Hüseyin ile bir anlaşma imzalandı. O da PKK'ye yönelikti. Ancak bu anlaşma Saddam Hüseyin'e de Türkiye'ye girme yetkisi veriyordu. Biz bu yetkiyi kullanarak Irak içerisinde operasyonlar yaptık. Ancak Türkiye süre sonunda bu anlaşmayı uzatmak istemedi. Türkiye Kürtleri korumak amacıyla böyle bir anlaşmayı uzatmadı." dedi. Körfez operasyonu sonrasında Kuzey Irak'ın hukuksuz bir alana dönüştüğünün altını çizen Sedat Laçiner "Türkiye'nin Kuzey Irak'a 24 kadar irili ufaklı operasyon yaptı. ABD'nin çoğunlukla bunları anlayışla karşıladı. AB biraz daha sert açıklamalarda bulundu. Türkiye, bu operasyonlarda yerel destek buldu. Barzani bazı yerlerde PKK ile kurşun kurşuna sıcak çatışmaya girdi. Çatışmaya girmediği bölgelerde ise Barzani birlikleri Türkiye'ye istihbarat desteği verdi. Böyleye yerel halk bu operasyonlardan zarar görmedi" dedi.
Daha önce yapılan 24 irili ufaklı operasyonun sonuçlarını değerlendiren Laçiner bu operasyonlara dair rakamların çelişkili olduğunu belirtti. Kimi kaynaklara göre bu rakamın 1500 olduğu kimilerine göre ise 500 olduğunu belirten Laçiner, "Ne kadar randıman alındığı belli değildir" dedi. Operasyonlar sonrasında PKK terörünün azaldığını tespit edemediğini belirten Laçiner "PKK, Öcalan paketlenip bizlere teslim edilince büyük güç kaybetmişti. PKK, Terörist bulamıyor. Kamplarda bıkkınlık var. 13-14 yaşlarındaki çocukların kamplardaki sayısal büyüklüğü fazladır. PJAK'a rağmen PKK'nın Kuzey Irak'taki sayısı 3500'dür. türkiye'den terörist gelmediği için Suriye'nin PKK içindeki etkisi ve dolaysıyla gayri müslim unsurların ağırlığı artmaktadır.”
Önceki operasyon dönemlerine bakıldığında, bu dönemde büyük bir gariplik yaşandığını belirten Laçiner "Tüm dünyayı karşımıza almış gibiyiz. Türkiye operasyon sahfasına biraz garip girdi. Daha önceki operasyonlarda görülen 3-5 aylık hazırlığı bu operasyonda göremiyoruz. Bir sınır hareketliliği var ama bu sınırdan 80-90 km. içeri girecek türden bir hazırlık değildir. Bir diğer nokta önceki operasyonların aksine Türkiye bu dönemde düşman cephesini azaltma yoluna gitmedi. Önce Barzani ve Talabani'ye terörist dedik. Sonra Irak bir şey yapmıyor dedik. Düşman sayısını dörde çıkardık. Türkiye bunlarla da kalmadı. Bazı AB üyelerini suçladı. Ve son olarak da ‘Ben Barzaniye bakmam, onu konuşturana bakarım (ABD)’ diyerek düşman sayısını iyice arttırdık."

PKK STRATEJİ DEĞİŞTİRDİ
Laçiner "14-15 PKK'lının bir arada bulunması Türkiye sınırları içinde bile artık gerçekleşmiyor. Üçerli ve dörderli geziyorlar. Strateji değişlikliği eşeğe yüklenen bombalarla karakola saldırılması veya bir arabaya yüklenen bombaların asker lojmanlarına yöneltilmesinde görülebilmektedir. Kandil ve bir iki kamp dışında 300-500 teröristi Irak'ta bile bir arada bulamazsınız." dedi.
Peki bu sınırötesi operasyon haberlerinin amacı ne şeklindeki soruya ise Laçiner "İç politika tartışmaları hiçbir dönemde bu derece dış politikayı belirlememiştir Bu tür operasyonlarda iç grupların bir araya getirilmesine yönelik çalışmalar yapılır. (tüm ülke insanının milli duygular etrafında kenetlenmesi) ancak bu birlikteliğin şehit cenazelerinde bile sağlanamadı. Şehit cenazelerinde birleşemeyen bir toplum sınır ötesinde zorlanır" dedi.

OPERASYONUN RİSKELERİ
“İlk riskin bağımsız bir Kürt Devletinin kurulmasıdır. Başarısız bir operasyon Kürt Devletine meşruiyet sağlar. İkinci riski ise Kürtçülüğün artmasıdır. Kuzey Irak'da 4-6 milyon Kürt var. Fakir ve ekonomik durumu kötü. Siz bakmayın medyanın buraları Paris'e benzettiğine... Süleymaniye ve Zaho, Diyarbakır'dan kötüdür. Günde bir kaç saat su alabiliyorlar. Benzin ve elektrik dahi Türkiye'den gitmektedir. Kuzey Irak'taki gruplar arasında ülkü birliği yok. Talabani hareketi, Barzani hareketi gibi hareketler bulunuyor. Barzaniyi kutsallaştırma çabaları var ama bu ulus devlet kurmak için yeterli değildir. Onların da dış düşmana ihtiyacı var. Öyle bir düşman olmalıki vurdumu öldürmeyecek türünden... (Türkiye gibi tarihi, ekonomik, askeri olarak kendilerinden kat be kat büyük ama İşte en önemli risk bu operasyonun bölgede Kürt milleti yaratması olacaktır.Barzaninin bu nedenle kontrollü gerilim çıkarıyor. Bu açıklamalara hiç olmaması gereken en sert yanıtları veriyoruz. Böylece insiyatif Barzani'ye geçmektedir" dedi.
BİR ALLAH, BİR PEYGAMBER BİR DE TÜRKLERE GÜVENİYORUZ

Irak'ta birçok kişiden Türkiye'nin 1 Mart tezkeresindeki tavrından dolayı Türkiye'ye büyük bir hayranlık duyduğunu belirten Laçiner "Araplardan bir çoğundan şu lafı duyabilirsiniz. Biz bir Allah'a, bir peygambere bir de Türklere güveniyoruz.” Bu yaklaşım nedeniyle, operasyon yapılacak olsa dahi bunun bir kasap gibi değil bir cerrah inceliği ile yapılması gerekmektedir." Zaman zaman Amerikadaki toplantılara katıldığını belirten Sedat Laçiner, "O toplantıların bazılarında bir kısım Amerikalıların, 30-40 kadar PKK'lının yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmesinin yaratacağı sonuçları konuştuğunu ancak bazı Türklerin 'Aman teslim etmeyin. Eğer teslim ederseniz AK Parti güçlenir' dediğini" ifade etti.

GENELKURMAY OPERASYON İSTEMİYOR
Toplantıya katılan Akşam gazetesi Ankara temsilcisi İsmail Küçükkaya ise medyanın yansıttığının aksine askerlerin de operasyon istemediğinin altını çizdi. Geçtiğimiz haftalarda yapılan bir toplantıda Genelkurmay başkanı Büyükanıt'ın bir gazetenin genel yayın yönetmenine "Sürekli sınırda yığınak haberleri veriyorsunuz. Bu yanlış" dediğini aktaran Küçükkaya, İlker Başbuğ paşanın da "Halkta böyle bir beklenti oluşturmak yanlış" dediğini ifade etti.
Kuzey Irak'a operasyon yapalım mı yapmayalım tartışmasının Türkiye'de kimin iş başında olacağını belirlemek isteyen dış güçlerin işi olduğunu vurgulayan Küçükkaya "Makroekonomik dengelere bakıldığında AKP başarılı görünmektedir. AKP hanesine yazılacak tek dezavantaj terörle mücadeledir imajı oluşturulmaya çalışılmaktadır" dedi.
Akşam gazetesi Ankara temsilcisi, işi gereği Ankara'da bürokratından siyasetçisine askerinden diplomatına kadar her kesimle görüştüğünü ancak Ankara'da sınır ötesi operasyon isteyen kimseye rastlamadığını belirtti.
Fakat Küçükkaya benim gazetemiz adına yönelttiğim: “kimse operasyon istemiyor diyorsunuz ama medyamız operasyon kışkırtıcılığından geçilmiyor. Anlaşamadıklarını bildiğimiz Karamehmetler ve Doğan gurupları bile bu konuda ortak hareket ediyor. o zaman Türkiye de ki bu K.Irak’a operasyon kışkırtıcılığında medyaya düşen gizli görev ne?” soruma tatmin edici bir cevap veremedi.

Bakalım Yarın Ne Diyecekler? ilk Başörtülü First Layd

Not: Bu yazı ilk C.başı krizinden sonra Abdullah Gül'ün adaylığının açıklanmasının ardından yazılmış bir yazıdır.

Bakalım Yarın Ne Diyecekler?

Ak Parti Cumhurbaşkanını açıklamadan bir gün önce Demirel, “hiçbir fani Cumhurbaşkanlığı gibi bir makamı elinin tersi ile geri çeviremez” demişti. Demek çevirenler varmış! Tayip Bey’in öyle mitingle filan korktuğunu iddia edenlere “siz, sizi yöneten başbakanı zerre kadar tanımıyorsunuz” demekten başka çare yok! Kişiler üzerine bir durum tespiti:

R. Tayip ERDOĞAN; Partililerinin, Kurmaylarının, Vatandaşlarının, İş dünyasının sesini dinledi ve onların gözündeki değeri arttı. ‘HIR’ çıkarmaya hazır güruhun germe politikalarını bertaraf ederek, çok büyük bir siyasi manevraya imza attı. Önce şimşekleri üstüne toplayarak hem kendisi için nabız yokladı hem de muhtemel bir adayın yıpratılmasını önledi. A.GÜL’ün adaylığını açıklayarak, parti merkezine, ‘bana sadakatine inandığım, fedakârlığını müşahede ettiğim insanlar mutlaka bir yere gelecek, hatta onları benden ileri mevkilere bile taşırım’ mesajı... Büyük bir vefa ve fedakarlık örneği sergilendi. “önümüzde seçim var ben Çankaya’ya çıkayım, gerisi alakadar etmez! Zayıf, parti içinde tabanı olmayan birini aday göstereyim de sonra bize kafa tutulmasın” demeyerek, sorumluluk ve kendine olan güvenini gösterdi.

Abdullah GÜL; Ilımlı profili, güleryüzlü, samimi, donanımı olması ve içten pazarlıklı, partizan, diyaloga kapalı olmamasının semeresini elde etti. Bakanlık, Başbakan Yardımcılığı, başbakanlıktan sonra devletin tepesine aday gösterildi.

Bülent ARINÇ: Partinin en önemli kişilerinden olduğunu, o olmadan kesin kararların alınamayacağını, Erdoğan’a ‘hayır’ diyebilen olduğunu kanıtladı.
Ak Parti: Partiden çok oy getirisi olan başkanlarının kalması ile kurumsallaşma ve kalıcılaşma sürecini tamamlayacak görülüyor. Tabanı dinleyen, ‘daha yapacaklarımız var’ diye, sorumluluk hisseden liderlerini kaybetmedi.

Deniz Baykal: En büyük kaybeden, neden kaybettiğini ve kaybedeceğini daha aday açıklanmadan yazmıştım. Aynı tahlili Mustafa Yetkil bey de geçen hafta ki yazısında yaptı. Ayrıca sözünde durmayan bir politikacı olduğunu da “Başbakan aday olmasın... Korktu demeyeceğim. Korkmadığını onunla birlikte tüm Türkiye’ye anlatacağım. Söz! Sözüm söz, yeter ki aday olmasın...’ diyen Baykal maalesef vefa sınavını kaybetti. Yani, sözünde durmadı. Sözünde durmadığı gibi, Gül’ün adaylığına yönelik katı tutumuyla, itirazlarının Erdoğan’ın şahsıyla ilgili olmadığını göstermiş oldu. Bütün hesaplarını Erdoğan’ın aday olacağı ve genel seçim süreci boyunca buna karşı bir strateji geliştirmek üzere kuran Baykal afalladı.

CHP: Seçimin yakın olması yüzünden yönetimini değiştiremeyeceğinden işi zor. Artık din, laiklik eksenli gerilim politikaları tutmayacağından sol adına, gerçekten sosyal demokrat projeler üreten ve geliştiren muhalefet anlayışı partiye egemen olabilir. Uzun vadede kazanabilir ama bugün değil.


Ters Köşe

-Bakıyorum bazı tarih bilmezler “Çankaya da ilk ‘başörtülü first lady’ geyiği yapıyor. Neymiş efendim kabul edilemezmiş! Başörtülü (hatta çarşaflı) eşi olan ilk Cumhur reisi Mustafa Kemal Atatürk’tür.

-Anayasanın 102’nci maddesine göre ilk oturumda toplantı yeter sayısı için 367 sayısını arayacaklarını (toplantıya katılmayacakları beyanları ile) ve bu sayıya ulaşılmaz ise Anayasa Mahkemesine koşturacaklarını belirten vekiller suç işlemektedir! Şimdiye kadar 3 cumhurbaşkanlığı seçiminde uygulanmamış (zaten bu anayasa 3 tane seçti) önerme getirmek Anayasanın “eşitlik” ilkesine aykırıdır. Maddenin buraya konuluş ruhuna da aykırıdır. 1980 darbe öncesi onlarca tur cumhurbaşkanlığı seçimi yapan ama sonuç alamayan, uzlaşamayan Demirel – Ecevit ikilisinin oluşturduğu meclisin durumuna tekrar düşmemek adına ilave edilmiştir. Yine 102’nci maddeye göre, “TBMM toplantı halinde değilse hemen toplantıya çağrılır” der. Niye? Çünkü C.başkanı aynı zamanda TSK’nin başkomutanıdır ve en tehlikeli şey ordunun başsız kalması. Bu durumda toplantıya katılmayacaklarını söyleyen vekiller öncelikle, meclis iradesini temsil eden TBMM Başkanlığının çağrısına uymadıkları ve görevlerini yerine getirmedikleri, sonrasında ise C.başkanı seçimini engelleyip, Türk ordusunun başsız kalmasına, keşmekeşe yol açtıkları için suçlanabilirler.

-Fransa C.başkanlığı seçimleri ile aramızdaki farkı söyleyerek, “onlar aylar öncesinde ilan etti” diyebilmektedir. Oysa Fransa da ‘Yarı Başkanlık Sistemi’ uygulanmaktadır. Yürütme iki başlıdır. Bu durumda halkın oyunu almak isteyen siyasi partiler adaylarını çok önceden açıklar ve tanıtımını yapar, propaganda çalışmalarını yapar. Bizde C.başını parlamento seçeceğinden, vekillerin birbirini tanıdıkları ve aday son başvuru süresi ve oylama süreci içinde 550 vekile rahatlıkla ulaşılabileceği zannı kabul edilmiştir.

-Diğer bir açığa düşecekler ve yarın şimdi söylediklerinin tam tersi için mücadele edecekler ise “C.başkanını halk seçsin” diyenlerdir. Madem C.başkanlığı sembolik bir görev bunca kavga neden? Makamın yetkileri fazla sorumlulukları azdır. Bu halkımızın daha fazla müdahil olmak istemesine haklı bir sebep teşkil ediyor. Bundan sonra yapılacak iki şey görülüyor, Ya meclis yetkilerini alıp, hükümete veya TBMM’ye iade edecek yada biraz daha arttırıp, halka seçtirecek. İşte tam burada şimdi halk seçsin diyenler “bunlar başkanlık sistemini getiriyorlar” diye çığırmaya başlarsa ve şuan söylediklerinin tam tersini söylerse hiç şaşırmayın.

-Erken seçim isteyenlerin Türk siyasi tarihinden nasiplenmemiş oldukları varsayabiliriz. Çünkü bu tarihte seçim isteyenler hele erken seçim, hep yenilgi ile çıkmıştır. Bakınız ilk çok partili serbest seçimlerde İsmet İnönü (Saraçoğlu’nun karşı çıkmalarına rağmen), son MHP lideri Devlet Bahçeli (Ecevit’in uyarılarına aldırmadan)…

Uzat Uzat Ertan Ünver!


Uzat Uzat Ertan Ünver!

Değerli Büyüğüm Gazetemizin başyazarı Ertan Ünver çok başlıklı geniş alan kullanmaya başlayınca mermi kapasitesi yükseldi! Dünkü köşesinde bizim için,

“...Salı’yı bekledim; hatta çarşambayı da.. Fakat Cenk’ten ses seda çıkmadı.. Vahap’la deştim durumu.. (Allah’a ona da sabırlar versin...) “Cenk, geçenlerde İzmir’e, Torbalı’ya geldi, belki yazısını yetiştirememiştir” türünden bir ‘bilgi notu’ geldi.. Öyle kapattım.. Şimdi Cenk’e diyorum ki; şu senin 0 312 Ankara telefonundan; hani şu 418’le başlayanından beni bir arayıp da şu Kazım Dirik 5 metresini bir anlat bana.. Ya da köşene yaz; orada bu konuyu açıkla ki, ben de ne tarafa doğru, neyi ve nasıl uzatıp koyuvereceğimi bileyim.. Yoksa bu iş karışacak; yanlış yere yanlış şeyleri uzatıp koyuvereceğim. Zaten bugünlerde BÜTÜN (Genç-Yaşlı) TIRTIR TOKALAR(!) Kucağımda dolanıp/dolaşıp duruyor.. Hafazanallah başlarıma ZİRZOP belaları almayayım... Çünkü bana değil 5 METRE, RAHMETLİLERDEN BİRİ İSTESE BİLE (Kİ HİÇ İSTMEZLER) 5 santimlik YANLIŞI YAPTIRAMAZ.. Hatta haşa+haşa AZRAİLİM Anlaşıldı mı? Anlaşılmadıysa dönün başından ve yeniden okuyun(uz)...”


Evet ortada açıklanması gereken bir durum var. Ama bunu açıklamak bana düşmez. Torbalı Siyasetinde Ertan Ünver döneminde bulunan politikayla ilgilenen, gündemden az – çok haberi olan herkes sözünü esirgemediğim olayı bilir/biliyor. Olayın esas kahramanlarından en önemlisi okumuş, İrfan’ı bol ve Sevinç’li biri. Bahsettiğim yer şimdiki Kazımdirik üzerinde Bellona Mağazasının olduğu yerlere tekabül ediyor. Emekli olmamış olsa Mal Müdürlüğü’ne müracat edin diyeceğim. Yada Ekinci Kıraathanesinde bilen birine oturun en azından kaldırımda bilen birisine rastlamanız mümkün! Hatta o dönemde bu tartışmalardan kim ve kimler ilgili partiden istifa etti onu bile öğrenebilirsiniz! Eh şimdi uzatıp koyma becerisini görelim bakalım. Heralde kamuoyunda dolaşan söylentiden ben mesül değilim. Ben o dönemde cebimde sedef çakı, aklımda kırlanğıçlar lisede ülkücülük derdiyle uğraşarak ülkeyi kurtarmaya, büyük Turan devleti kurmaktan Torbalı’yı düşünecek kadar uzamamaıştım.

Ya bu uzatıp koyverme meselesine gelince! Zamanında birleri yeteri kadar kaldırabilsede Kazımdirik caddesini 5 metre öteye kadar koyuverseydi ne iyi olurdu. Eh bu saatten sonra zor, binaları kaldıracan, imarı ileri uzatacan da yol genişleyecek. Üzerinden kaç yıl geçmiş hem insanlar hem binalar yaşlanmış! Valla Ertan Abi öyle hamaset felan yok. Bu konuyu açıklamak boynunun borçu. Ne idiğünü ve nasılını okurlara anlat. Ben yanlış temel atıp, üzerine sen doğrusu nedir diye anlatmaktansa sen doğruyu anlat. O dönemde ben ne senin meclis üyendim ne partilindim ne yazardım nede yerel siyasetle ilgilenen birisi... Bunları sen yaşadıysan doğrusunu sen anlat. Ama ne ateş nede köz varken duman çıkardıysak hatamızı kabul etmesinide biliriz.

Cenk Sarıgöl

Aynı Tas

Aynı Tas

Torbalı’dan ayrılalı 10 aydan fazla oldu. Bu arada 3 kez geldim çeşitli sebeplerle memleketime... Geçen haftasonu ilçeye geldim. Koşuşturmadan yazıyıda yetiştiremedik. 10 ay önce Ağalar Caddesinde Sezai İbişoğlu’nun yanına uğramıştım ayrılmadan bir – iki gün önce yollar çamurlu ve berbattı. Geçen hafta uğradığımda gene aynıydı. Yanlız iki yeni banka açılmıştı cadde üzerinde. Bu bankalarda sanırım buranın bittiğini, biteceğini, bitmiş halini hayal ederek yüksek kira bedelleri ile girmişlerdir yeni şubelerine! 3.5 ay önce Kazım Dirik bitmemişti. Bu sefer bitmiş gördüm çok sevindim. Elbette buradaki esnaf kadar değildir. Gerçi 5 metre daha geniş olsaydı bu gelişimde de bittiğini zor görürdüm ama... Breket bugünleri görerek caddenin 5 metre daha genişlemesini sağlatmamışlar. Yoksa birmezdi Kazım Dirik canım!

İnsan üzülüyor bir ilçe bu kadar mı değişmemek için direnir, ayak sürür? Hadi Bosna-Hersek de Sarajeva, Hırvatistan da Split, Trogir, Dubrovnik, Mekedonya da Skopa (Üsküp), KKTC de Gazimagusa, Lefkoşa şehir merkezlerinin direnişini anlarım. Çünkü buraları ne kadar çok değişirse o kadar bozuşur, ne kadar modernleşirse cazibesini o kadar kaybeder. Siz buralarda değişime direnirsiniz, değişmemek için didinirsiniz ki tarihi doku korunsun. Eee Torbalı’ya ne oluyor? Metropolis dışında 200 yılldan eski yapı mı var? En eski yapılar Köşk ve Tren Garları... Balkan Savaşları, Mübadele ve Cumhuriyetle gelişen, büyüyen bir şehir için utanç bir durum. Modernliğin tüm nimetlerinden faydalanması, şehirplancılığı için örnek olması gereken ilçe rezilliklere örnek. Yapılmaması gereken ne varsa sıraya konmuş Torbalı da... Üstelik düzova bir yerleşim. Mesela bir Tire, bir Bayındır değil. Kanalizasyon akış eğimleri dışında sizi zorlayacak pek engel yok önününde. Bir kaç site dışında berbat bir yerleşim. Daracık sokakların Osmanlıda kalması gerekirken, modern cumhuriyetler serpilen Tepeköy – Torbalı yerleşkesinde devam edilmiş.

Hadi tek katlı kerpiç binaları anlarım. Ama betonerme çok katlı yapılara, araç park, oyun, spor alanlarını düşünmeden kim ve kimler izin verdi/veriyor? Elbette ben evimin 50 m2 daha geniş olmasını isteyeceğim. Dükkanım yıkılmasın, “Belediye Sarayı başka yere kurulsun talebinde bulunacağım. Hep aşağıdan uçağa, halikoptere bakmak olmaz eğer yöneticiysen arada helikopterden yönettiğin, sorumluluğunu taşıdığın şehire bakacaksın. Öyle uydu fotoğraflarını vatandaşa göstererek hizmet yaptığını sanırsan yanılırsın. O fotoğroflara en çok idareciler bakacak. Eğer ilçende çok katlı ama yeşil alanı olmayan binalar, spor alanı, araç parkı ayrılmamış yerleşkeler varsa sorumlusu vatandaş Mehmet değildir. Kocaman, binlerce konutlu, çok katlı siteler kuruluyor ama içine yerleşince balkonunda ailenle rahat oturamayacağın, perdeni açtığında karşı dairedaki komşun uzatsa başı girecek kadar yakınsa ortaya çıkan taplo bu başarısızlıktır. Gidin Atatürk Mahallesine ne çok örnek var böyle... bir beş yıl sonra burada yaşayan insanlar bile isyan edecek bu duruma. Şimdi yaşayanlar birinci nesil çoğu kırsal kesimden göç gelmiş, başlarını sokacak bir yer edinmenin sevincinde insanlar. Bir sonraki nesil sorgulama yapmaya başlayacak, “spor alanları, parklar, arabamı park edecek yerimiz yok” diye.

23 Eylül 2007

Çerkes Kopuntusu (Diaspora) Olabilmek

Diaspora (Kopuntu) Olabilmek

Hızla eriyen bir kimliğimiz olduğu gerçeğini kabul etmeden yol almamız zor. Varlığını sürdüren, gelecekte de sürdürebilme becerisine sahip olmadan kale alınmayı beklemek abesle iştigaldir. Geri dönüş mü? Belki! Her nesil içinde yavaş yavaş yiten Kafkasya özlemine rağmen belki… Geri Dönüş tecrübelerinden biliyoruz ki bu iş o kadar da kolay değil. Hâsılı bize dedelerimizden aktarılan zihinlerimizde ki Kafkasya ile şimdiki gerçek Kafkasya arasında uçurum var. Zaten gidenler ilk hayal kırıklığını zihinlerinde yaşıyorlar. Biz hala 17. yy. Kafkasyasında iyi atlara binmiş dörtnala karlı dağlara at süren insanlar canlandırıyoruz zihinlerimizde... Oysa gerçek bambaşka, Müslüman Kuzey Kafkasyalı (Kısaca ‘K.K’ diyeceğim) büyük sürgünle çoktan terk etmiş olsada coğrafi, fiziki varlığını, K.K belleğinde hep işgalini korudu. Lakin K.K Müslümanları terk ettikten sonra denge bozuldu. Ruslar o günden beri farklı bir metot uyguladı: Müslüman olmayan K.Klıyı kayırdı, kollar gözüktü, bizdensin havası takındı hep. Gelinen noktada bu politik duruşu ile kısmen başarıda kazandı. Şeyh Şamil döneminde K.K halkları büyük çoğunlukla sadece bağımsızlıkları için savaşmayı bilmişlerdi. Eğer bugün “Bağımsız Kafkasya” en çok kopuntu (diaspora) K.Klıları tarafından seslendiriliyorsa bunun tek sebebi nesebi olduğumuz sürgün yemişlerimizin zihninin orada donmuş olmasındandır.

Hep lirik, sembolik, kurgusal baktık terk etmek zorunda olduğumuz yurtlara. Oysa aradan geçen yıllar K.K.K.lılarda (Kopuntu Kuzey Kafkasyalılar) ayniyet sağlarken, safları kuvvetlendirmiş ama Elbruz Dağı eteklerindeki halklarımızın arasını açmıştır. K.K.K.lılara yaşadığımız coğrafyada önce ‘DAĞLI’ sonra ‘AT HIRSIZI’ dediler. Nede olsa K.K’dan Kopuntu, buralara sığıntıydık! Anlamaya çalışmadılar, buna gerek duymadılar. Kimse K.K da en iyi atların sahibi olmadığını, her atın üstündekinin sahibi olduğu geleneğini öğrenmek istemedi. Hoş bilseler yine mazur görülmezdi. Atının çalınmak istenmesi de at çalmanın da K.K.lı için onur olduğu anlamak elbette zordu. K.K da isimleri Adige, Oset, Çeçen, Kabardey, Lezgi vb. olan bizlerin K.K.Klılar olarak ortak bir isimle anıldık ve bunu benimsedik “ÇERKES”. Biz burada Çerkes olarak ortak anılsak bile K.K da isimlerimiz yine başka başla kaldı. Tıpkı ‘KAFKASYA” kelimesinin Arapça “Bin Dil Dağları” anlamına gelmesi gibi ortak bir adımız dahi yok Atavatan içinde.

Büyük Kafkas Sürgünü ile gelen atalarımız köklerinden koparılmanın hasretini hep çektiler. Lakin bildikleri bir şey vardı: ‘Kök salmazsan kurursun’ öyleyse bu yeni yurtta kök salmamız, güçlenmemiz, nesillerini geliştirmeleri gerekiyordu. Şeyh Şamil’in büyük mücadelesi ciddi bir hayranlık ve sevgi bırakmıştı, halkların kalbinde yer etmişti. Kısa zamanda bu topraklarda en önemli unsur olduk. Devlet tarafından (Osm.lılar) kayrılan konumumuz çoğu zamanda kıskanıldı. Osmanlı içinse sadık, cesaretli, onurlu, savaşçı, disiplinli, yerleşik (vergi kaçırmayan) önemli bir tebaaydık. Karamanoğulları ve Avşarların isyanları düşünüldüğünde husus daha iyi anlaşılır. Sürgün ve değişen toprakta kök salındı salınmasına ama burada açan filizler, çiçekler her nesil Kafkas tonlarını kaybederek bu günlere geldi.

Söz gelimi anneannemin büyük ninesi ve kardeşi Büyük Sürgünde ebeveynlerini yitirmiş ve evlatlık verildiklerinde 9 ve 12 yaşlarındadır. Şimdi onlardan kalan ben Şeşen oynamayı dahi bilmeyen, birkaç gündelik kelime dışında aidiyetimi kanıtlama imkânı olmayan “Kalbi Kafkasyalı” nesilden birisiyim. Benim hissettiğim duygunun ne kadarı çocuklara kalacak muammasına kafası kurcalanan biri. ‘Kalbi Kafkasyalı’ tabirini özellikle kullandım. Çünkü bu kaybolmadan önceki son basamaktır. At resmi ve kalpak görünce, gaga sesi duyunca, yüksek – karlı ve yeşil dağlar görünce heyecanlanırsınız o kadar! Bizim bir üstümüzdekiler ise ‘Kültürel Kafkasyalılar’ onlar aralarında anlaşacak kadar konuşabilirler dillerini, evlerinde periyodik olarak Kafkas Sofraları kurulur, düğünleri, şarkıları, ezgileri, ağıtları vardır. Yani çok az yaşasalar bile az bilirler kültürlerini yani bildiklerinden az yaşarlar Kafkas Geleneğini.

Kalbi Kafkasyalıların yüreği Çeçen ve Abhazya savaşlarından sonra kabarmıştır. Aidiyet duyguları mazlumluğu ve işgali görünce ağır basmıştır. K.K belki uzak gelecekte Birleşik Bağımsız Kafkasya olacaktır. Bu ise ancak K.K.K.lıların baskısı, ekonomik katkısı ve arzusuyla gerçekleşebilir. Küçük bağımsız devletler olamazlar demiyorum. Dediğim çok farklı ve zihnimizdeki Bağımsız K.K. Devletidir. Bunun için biz K.K.K yani Kalbi ve Kültürel K.K.lıların önce gerçek Kafkasyalı olmamız ancak bunu nesillerimize aktaracak yetileri kazanmamız ile olabilir.

Geri Dönüş gibi çok küçük bir azınlığın düşündüğü ve yapınca hayal kırıklığına uğradığı geçici çözümler değil kast ettiğim. Sürgünden sonra var olan K.K.lılık bilincini, dayanışmasını yeşertmek için plan sunabilmek, en azından zihinlerimizde kıvılcım oluşturmak. Çoğu Çerkes için artık arzulanan Kafkasya: Ruslardan arınmış, huzurlu, atların salındığı, atlıların geçtiği sıra dağlarla yeşilliklerle örülü bir tatil diyarı belki büyüklerinden dinledikleri masalımsı yer. Çünkü huzurlu bir K.K’ya çoluk çocuk tatile gidilebilir, evlatlar okumaya gönderilir ama buradaki kazanımlar bırakılıp gidilemez! Böyle düşünmeyenleri tenzih ederim lakin gerçekleri tespit etmeden ya da inkâr ederek doğru yol bulunamaz. Buradaki sorunları halletmeden, aşınmışlığı, dezenformasyonu en aza indirmeden emin olun geri dönüşler sağlıklı olmayacak, orada buradan çok ayrık otu gibi sırıtacağız. Sonuçta burası, bu topraklarda bizim. Tarihin en büyük Çerkes Devletini (Osm.) Boşnaklarla birlikte biz burada kurduk. Bir dönem dünyayı yöneten imparatorlukta en sözü geçen halk olduk. Sonra Cumhuriyet kurulurken, ulus devlet inşasında en fazla kan, can, emek, ödün veren de biz olduk. Cumhuriyet kurulana kadar ‘TÜRK’ yoktu. Fransızlar Anadolu topraklarında ve merkezi Osmanlı etrafında yaşayan herkese Turki yada Turcia diyorlardı. Yeni devlet bu tabiri benimsedi. Ulus devletin oluşumunda en büyük katkıyı vatanlarından sürülen, vatanın kıymetini en iyi bilen K.Klılar ve Balkan Göçmenleri yaptı. İçinde ilk Türk ismi ve sıfatı geçen hikâyeyi bir Çerkes Ömer Seyfettin yazdı. Türkçülüğü Ziya Gökalp’ten sonra kalıplaştıranda bir Çerkes Nihal Atsız’dı. Bir gün yeni bir devlete (Osmanlıdan sonra) ihtiyaç duyulur diye alt yapıyı hazırlayan, silah, mühimmat, teçhizat stokları yapan, teşkilat oluşturan da Teşkilat-ı Mahsusa Kurucuları Kuşçubaşı Eşref ve Sami kardeşlerdi. Kısaca burası da bizim vatanımız. Aidiyet hissettiğimiz, göçsek özlem – arzu duyacağımız yerler.

Sonuç olarak, önce Kopuntu (Diaspora) olmamız gerekiyor. Kalbi olanların Kültürele, Kültürel olanların yaşantı ve davranışlarına tam yansıyacak, Kuzey Kafkasyalılığı her hallerinden akan Çerkes Kimliğine kavuşmamız lazım. Yoksa her geçen nesil yok olan, kaybolan, aynileşen, kimliğini folklorik ritüellere indirgemiş, asabiyetini yitiren insanlara Diaspora denilemez. Biz öyle kabul etsek bile kimse bizi kale almaz. Alıyor gözükse de gereğini yapmaz. Çünkü aidiyet asabiyetiniz yoksa birlikte hareket etme, tavır koyma, baskı oluşturma, lobi yapma imkânınız yok demektir. Bu ise size sadece gülümsenmesine sebebiyet verir ama ciddiye alınacak kadar yol almaz.
Saygılarımla,

Not: Bu yazı Kafkasya özlemi ve aidiyeti duyan, birazda olsa hisseden Bin Dil Dağı’nın yetim evlatlarına yol gösterecek, çıkış yolu planı sunacak düşünen beyinlerimize kıvılcım olması ümidiyle yanık bir yürekle kaleme alınmıştır.

Cenk SARIGÖL

20 Eylül 2007

Demokrasi İçin İçimizdekiler

Demokrasi İçin İçimizdekiler

E-Muhtıra’ya kadar kafamda oluşan AKP eleştirilerini benim gibi birçok insan, muhalefetin durumu ve o sanal müdahaleden sonra içinde tutmaya devam etti. Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül'ün ilk seçilme serüveninde yapılan haksızlıklar, hukukun eğilip, bükülme, siyasetin üstüne askeri gölge gayretleri bizleri eleştirmekten alıkoydu. Belki yeni Anayasa taslak taslağı hazırlıkları karşısında ülkemin tatlı su sosyalistlerinin ve kaba Kemalist grupların, ulusalcı şaşkınların tavırlarına bakarak bu sürdüre bilir mi? Belki ama bu muhalefetsiz ve hatta siyasetsiz rakipleri karşısında özgürlükçü gözükmesi AKP’ye bu imtiyazı vermemizi gerektirse de bir yerden başlamak gerek.

AKP hükümetinin ilk 5 yılına baktığımızda hızlı bir kalkınma hamlesi görmekteyiz. Bu daha çok ekonomidedir. Gel gelelim bu ekonomik veriler halkın kesesine pek yansımadı. Önümüzdeki 5 yıl en fazla bunun üstünde durulması gerekiyor. TÜSİAD gibi elit zenginler ve MÜSİAD gibi Anadolu sermayesi mal varlıklarını ve gelirlerini 2 bilemediniz 3 katladı. Fakat üretici sınıfı yöneten bu güç gelirini üretici sınıfla (işçi) hiç paylaşmadı. Doğrusu hükümette buna pek teşvik etti denilemez. Yazıyı temel başlıklar halinde devam ettirmek istersek, ekonomik istikrar var. Lakin var olan iktisadi veriler çok kırılgan bir zeminde gelişmeye devam ediyor. Cari açık almış başını son sürat seyretmektedir. Yılsonunda 33 milyar dolar olması düşünüyor. Yani ithalat – ihracat dengemiz yılı bırakın her ay açığı büyütüyor. Şimdi bu güne kadar yazdıklarımızı görmezden gelen AKP fanatikleri önce “hayda” çekip sonra bize sinkaflı selam edebilir! Önce şöyle bir soru sorup cevabını beklemeleri daha hoş olur: “Peki öyleyse bu büyüme hızını nasıl yakalıyoruz?” cevap basit “yabancı yatırımlar ve özelleştirme” ile sağlıyoruz. Cari açık büyürken yabancı sermaye girdisi tarafından yapay olarak kapatılmaktadır.

Yılsonu cari açık beklentisi 33 milyar doları bulacak dedik ama aynı şekilde ülkeye girmesi beklenen sıcak para girdi tahminleri 25milyar dolar civarındadır. Böylece açık makul seviyelerde kalabilmektedir. Yabancı sermayenin bir ülkeye gelmesi için gerekli şartların başında siyasi istikrar gelir. Eğer yabancı işadamı parasının güvenli olmayacağını, götürmeyi düşündüğü ülkede askeri darbe, mezhep, etnik, ideolojik kargaşaların olabileceği ihtimalini görürse gitmez. Bu yüzden AKP dışındaki bir partinin bu istikrarı sürdürebileceği ve tek başına iktidara gelmeyeceğini gören seçmen iktidar partisine yöneldi. Siyasi istikrar yabancı sermaye girişini çekmeye devam edecektir. Bu durum ülke ekonomisinin büyümesini sürdüreceği anlamına gelse bile sağlıklı bir ekonominin oluştuğunu ifade etmez.
Bunun iki ana sebebi var:

1- Yabancı sermaye bu ülkeye az emekle çok para kazanmaya geliyor. Dolayısı ile en küçük bir kaos, tedirginlik bu akışı bıçak gibi kestiği gibi kalmaz gerisin geriye dönmeleri iktisadi batağa sebep olur. Kısa vadede büyük girdiler olarak piyasaları rahatlatan bu dış sıcak para çoğunlukla borsaya inmektedir. Bu yüzden ilk 5 yıl içinde zaten kar eden sermaye büyümesini katladığı halde küçük ve orta ölçekli işletmelerde pek kıpırdanma olmadı. Elbette doğrudan üretime dönük gelmeyen sıcak para işsizlik konusunda pek bir iyileşme sağlamadı. Özetle üretimin en önemli göstergesi işsizlik hala hem iktisadi hem sosyal en büyük yaramızdır.

2- Cari açığı diğer dengeleyen en büyük etken “özelleştirme” ve yabancıya satılan yerli yatırım ve şirketlerdir. Her ne kadar AKP’nin ekonomi patronları “elimizde yeterli döviz rezervi var” deseler de kaba bir örnekle bir benzetme yapalım: “Köylü Mehmet Ağa eskiye nazaran daha az üretim yapıyor ve ürettiklerinden daha az kazanıyor olmasına rağmen daha fazla harcamaktadır. Bu durumun sağlıklı olmadığını, uzun vadede sonuçlarının kötü olacağını söyleyen dostlarına ise cebindeki paraları göstererek, ‘cebimde eskisinden fazla para var siz ne diyorsunuz?’ karşılığını vermektedir.” Mehmet Ağa aslında daha fazla parası olmasına rağmen öz sermayesinden yemektedir. En verimli ve sulak tarlalarını satmakta ve kendisini eleştiren köylülere ise bu satışlardan elde ettiği paraları göstermektedir.
Türkiye’nin özelleştirme macerası aynen bu örnekteki gibidir. Bir farkla ki oda çok önemli bir nüans oluşturur. Türkiye özelleştirmelerinde yabancıya satılan resmi ve özel kuruluşlar, şirketler için ilk etapta ciddi sermaye girişleri yaşanmakta ve bu ekonomik dengeleri korumada yardımcı olmaktadır. Uzun vadede ise bu durun cari açığın büyümesini tetikleyecektir. Şimdi büyük sermaye girişleri ile ülkemizde özellikle en fazla kar getiren bankacılık, telekomünikasyon, petrokimya, maden ve perakende sektörlere yatırım yapan yabancı sermaye elbette ki yatırımını tamamladıktan sonra elde edeceği kazancı ülkemizde tutmuyor, tutmayacaktır. İşte bu durumda özelleştirme veya satış nereye kadar sürebilir. İşte bizi bekleyen uzak tehlike ve AKP eleştirilerinin en büyüğü budur. Öyle bir tehlike ki uzun vadede tüm tehlikeleri tetikleme gücüne sahiptir. Düşünün ekonomik olarak yeterli refahı sağlayamamış, gelir dağılımını sadece ezilen ve emekçi guruplar arasında sağlamış bir ekonomide sosyal istikrar nasıl muhafaza edilebilir?

Burada AKP eleştirilerimizde sadece birisinin küçücük uçundan tuttuk. Oysa daha özgürlüklerin genişletilmesinden demokratik açılımlara, eğitimden işsizliğe, oradan sosyal projelere o kadar çok konu var. İşte AKP başarısı esas burada! Siyasi rakipleri ne mevcut durumu okuyabildi nede bu durumu siyasi propagandalarına yansıtma becerisi gösterdi. Mazotu 1 ytl’nin altına indirmek ile ekonominin, K.Irak’a operasyon yapmakla sosyal güvenliğin sağlanamayacağını halk muhalefetten daha iyi gördü ve kanmadı. Eleştirilerimizi diğer başlıklarla sürdüreceğiz.
Cenk SARIGÖL

10 Eylül 2007

Ethem Bey (Çerkez)

Ethem Bey (Çerkez)

"Beni ihanetle itham edenlere soruyorum: Ben ne zaman, hangi tarihte ve mevzide esasen müdafaa ettiğim cepheden bir adım dönmüşümdür, bir tek kardeşkanı dökmüşümdür?" Çerkez Ethem.

Tarih hep kazananlar tarafından yazılır. Oysa bu tarihin içinde en kritik evrelerde zafere giden yolu inşa edenler arasında, iktidar oyununa kurban giderek yarı yolda saf dışı kalanlar var. Göz ardı edemeyeceğimiz bir gerçek: İstiklal Savaşı, aynı zamanda bu savaşın önde gelen isimlerinin iktidar hesaplaşmasına sahne olmuştur. Sağlıklı bir toplum olmak ve geleceğe daha güvenli bakabilmek için tarafsız yazılmış tarih çok önemlidir. Bunun için ÖNYARGILARDAN arınarak bakabilmek ve okuyabilmek çok önemlidir. İsmet Özel bir şiirinde “insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse diğerine sağır” der. Önyargılar hep aynı pencereden bakmak, o pencereden gördüklerini doğru kabul etmektir. Tarihimiz hele yakın tarihimiz çok ama çok önyargılıdır. Bu ülkede yıllarca başbakanlık yapmış Bülent Ecevit önyargıları kıracak bir gerçeği söylediğinde yani “Sultan Vahdettin hain değildir” dediğinde en fazla isyan edenler işte önyargılarını doğru kabul edenlerdi. Bilenler ise ya susmuş ya da yine Türk siyasetinde başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapmış Süleyman Demirel gibi, “Türk halkı bu bilgilere ve gerçeklere henüz hazır değil” denilerek, üstü kapatılmaya çalışılmıştır. Bazen önyargı öyle bir şeydir ki tüm bildiklerinizin yanlış olup, cahil durumuna düşmekten korkarsınız.

Ethem Bey, 1886 yılında Büyük Çerkez Sürgünü ile Kafkasya’nın Şapsığ yöresinden Balıkesir – Bandırma’ya yerleşmiş bir Adige (Bayındır - Arıkbaşı’nda yaşayan Çerkezlerle aynı boydandır) ailesi olan Pşevu Ali Bey’in 5 oğlundan en küçüğüdür. Ağabeyleri İlyas ve Nuri Rum Palikaryaları ile çarpışırken şehit olmuştur. Ethem’in Yunanlılara büyük kinini sebebi budur. Diğer iki ağabeyi Reşat ve Tevfik ise subaydır. Daha sonra Reşat Bey Osmanlı Meclisi Mebusan’ına ve otomatikman TBMM’ne Saruhan (Manisa) milletvekili olarak girecek ve milli mücadelede görev yapacaktır. Zaten iki ağabeyi şehit, diğer ikisi de subay olan Ethem’in asker olmasını babası istemez ama o evden kaçarak Bakırköy Süvari Küçük Zabit Mektebi'ne girdi. Balkan Savaşı'nda Bulgar cephesinde yaralandı. Kıdem zammı ve madalya aldı. I. Dünya Savaşı'nda Eşref Kuşçubaşının yönettiği Teşkilatı Mahsusa ile birlikte İran, Afganistan ve Irak'a yapılan akınlara katıldı. Yaralanarak savaş sonunda köyüne çekildi. Ethem İstiklal Savaşı’na katılımını hatıralarında söyle aktarıyor: "Umumi Harbin neticesi olarak en ağır şartlarda Mondros Mütarekesi kabul ettirilmesine rağmen galip devletler mütareke hükümlerini bozmaya başlayınca, İzmir’de teşekkül eden gizli cemiyetin kararı ile ben ilk isyan bayrağını tam 2,5 yıl önce asmıştım."
Ethem ilk önce zamanın İzmir Valisi Rahmi Bey’in oğlunu kaçırır ve 50 bin lira fidye alır. Bununla 300 kişilik bir direniş birliği kurar. Bu olay için İzmir’e ayak basan Yunan askerlerine ilk kurşunu sıkan gazeteci Hasan Tahsin, "Çerkez Ethem Bey ve arkadaşları Rahmi'nin İttihak ve Terakki uğruna kullanacağı bu altın bombayı elinden alarak kansız ve arizasız bir biçimde su zavallı vatanin selametle ilerlemesine güçleri ölçüsünde hizmeti düşünmüşlerdir." (Doğan Avcıoğlu Milli Kurtuluş Tarihi, c.2, sayfa 579)

Salihli cephesinde Yunan askeri birliklerine karşı düzenlediği gerilla saldırılarıyla kısa sürede ünlenen Çerkez Ethem'in emrindeki kuvvetlerin sayısı da giderek artacak ve süreç içinde Kütahya ve havalisine egemen duruma gelirken "Kuvvayı Seyyare Umum Kumandanı" olacaktı. Henüz Ankara'nın yeni bir iktidar merkezi olarak kendini kabul ettirmediği ve emrinde de önemli bir askeri kuvvet bulunmadığı 1920 yılının başlarında Batı Anadolu'da en önemli kuvvet Çerkez Ethem'dir. Öyle ki yaptıklarının önemini Prof. Dr. Toktamış Ateş, “TBMM daha Ankara da çalışmaya başlamadan önce, Salihli cephesinde Yunan ilerlemesinin durdurulması ve iç ayaklanmaların bastırılmasında fevkalade önemli hizmetleri vardır. Hatta hiç abartmadan şunu söyleyebiliriz ki, Eğer Çerkes Ethem ve onun kuvvetleri olmasa idi, Ulusal Kurtuluş mücadelesi başlamadan ortadan kaldırılabilirdi.”

İstiklal Savaşı bir bakıma iç savaştır, siyasi mücadele tarihidir. 1920 yılının şubatından Mayıs ayına kadar Ethem Bey verilen emirle Bandırma, Balıkesir, Gönen, Düzce, Geyve Boğazı isyanlarını bastırır. Bu savaşlarda Ankara Hükümetinin güçlerini yenen Aznavur isyanını bastırması çok önemlidir. Zira Ethem Bey yetişmese Anzavur’un birlikleri ile Yunan güçleri birleşerek, Bursa’ya kadar geniş bir düşman cephesi oluşacaktı. Düzce isyanından sonra Yunan’ın ilerlediği haberleri üzerine hızla batı cephesine dönmeyi düşünen Ethem Bey Ankara Hükümeti tarafından Çorum ve Yozgat dolaylarında ayaklanan Çapanoğullarını bastırması için davet edilir. Oysa Ethem egede Yunanın karşısına çıkmak istemektedir. Ethem’i ikna etmek için aynı zamanda mebus olan ağabeyleri görevlendirilir. Kuvvetlerinin bir kısmını Salihli cephesine gönderen Ethem Çapanoğullarını bastırmak için yola çıkar. Ankara da çok büyük bir coşku ile karşılanır. Ankara da o sıradaki tek otomobil kendisine tahsis edilir. İşte Ethem Bey’in kaderi burada gördüğü manzaraya siyaset bilmezliğinin etkisiyle Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Refet Bele için ettiği çok ağır sözlerle başlar. Onları Yunan Ege de ilerlerken burada sadece laf etmek ve kayf çatmakla suçlar. Asıl kırılma ise isyanı bastırdıktan sonra kuvvetlerinin geçişini Çapanoğullarına ispiyonlamakla suçladığı Ankara Valisi Yahya Galip ve kendisi savaşırken Çorum da bir evin bodrumunda saklandığı söylenen Miralay Refet Paşa (Bele)’nin yargılanmasını istemesiyle başlar. Araya hatırlı adamlar sokulur ve sadece Ankara valisi görevden alınarak olay geçiştirilmeye çalışılır. Hatta bu durum üzerine Ethem Bey’in daha Yozgat’tan yola çıkmadan önce, “Ankara’ya vardığımda TBMM başkanının meclis kapısında sallandıracağım” dediği öne sürülür. Ethem Ankara’ya vardığında Mustafa Kemal Eskişehir’e, Ethem Eskişehir’e vardığında Mustafa Kemal Afyon’a geçmiştir. Böylece kızgınlık soğumuş ve olaysız Ethem batı cephesine varmıştır. Ankara’ya geldiğinde kendisine mebuslar kendisine 'Ümid-i Halas' (Kurtuluş Ümidi), 'Münci-i Millet' (Milletin Kurtarıcısı), 'Kahraman-ı Millet' diye övgüler düzmüş, payeler vermiştir.

Ethem’in mahvına esasen iki etken sebep olmuştur:
Birincisi, mecliste Ethem üzerinden güç kotarmaya ve siyasi ağırlık kazanmaya çalışan ağabeyleri ve kendisini harcamayı kafaya koyan bazı paşalar, özellikle İsmet ve Refet’tir. İki paşa Ethem’in kendi emirlerini dinlemediğini rapor edeceklerdir. Resmi tarih kitapları Ethem Bey’in 29 Aralık 1920 günü isyan ettiğini yazar oysa Mustafa Kemal imzalı “Ethem Bey birliklerinin imhası” yönünde kararın tarihi 27 Aralık 1920’dir. Eğer bu tarihte Ethem ile araları bozuk olan İsmet ve Refet Paşa yerine batı cephesi kumandanlığına aynı zamanda Ethem’e ilk Salihli cephesini açma emri veren Rauf Orbay getirilmiş olsaydı farklı olurdu. Zira Rauf Orbay bir Çerkez olmasının yanında Ethem’in ağır yaralandığı Irak cephesinde de komutanıdır. Zaten milli mücadeleye çok sonra katılan, başlarda Amerikan Mandacılığını bile savunan, Ethem hem Yunan hem Marmara ve Ege de çıkan isyanları bastırırken, işgal edilmiş İstanbul da yeni evli İsmet Paşa balayı yapmaktadır. İşte bu sonradan katılan, o güne kadar hiçbir gözle görülür askeri başarısı bulunmayan İsmet Paşa’nın Garp Cephesi komutanı olması sadece Ethem Bey de değil birçok paşada rahatsızlık meydana getirmişti.

Kendisini takip eden Derviş Bey kuvvetleriyle çarpışmamak için geri çekilen Ethem Bey’in o sıra emri altında 6 bine yakın süvari vardır. Düzenli ordu birlikleri ise 13 bin dolayındadır. Ethem’in Yunan’a sığındığı yalanı atılan tarih ise yok edilme emrinden tam 30 gün sonradır. Hadi bana birisi Yunan’ı orta egede bir yıla yakın mıhlayan, coğrafyayı çok iyi bilen, deneyimli ve süvari birliklerinden oluşan Ethem Kuvvetlerinin bir ayda birkaç çarpışmayla nasıl yenildiğini, İstese süvarileri ile Bursa üzerinden rahatlıkla Ankara’ya dayanacakken yapmamış olmasını izah etsin?
En büyük yalan ise “Çerkez Ethem Yunan’a sığındı” iftirasıdır. Bu konuda Prof. Dr. Mim Kemal Öke, “İsmet İnönü'nün her zamanki tavrıyla Çerkez Ethem ve ağabeyleri aleyhinde bazı propagandalarda bulunduğunu da söyleyebiliriz. İşte bu çerçeve içinde Çerkez Ethem arkadaşları ile Yunan ordusu ve Türk Ordusu arasında kalır İşte orada o önemli kavşakta, bir ikilem içindedir. Ne yapacaktır? İşte bu Yiğit Adam saflarında dövüştüğü Anadolu insanıyla kılıç kılıca gelmekten çekinerek, Yunanlılarla görüşerek sadece bir çıkış noktası istemiştir. Anadolu’daki mücadeleyi akamete uğratmamak ve bir savaşa dönüştürmemek için yurtdışına gitmek için bir geçit noktası istemiştir. Hatta arkadaşlarına döner derki; ‘Siz silahlarınızı bırakıp Kuvayi Milliyeye döneceksiniz, onlarla birlikte savaşacaksınız.
Tarihçi Cemal Kutay ise, “Ethem iki şık arasında tercihe mecbur bırakılmıştır; Ya üzerine sevk edilen askerlere karşı koyacak kardeşkanı dökülecektir veyahut ta bırakıp gidecektir. Nereye gidebilir? Yunana. Hayır, en büyük tarihi hakikat şimdi size söyleyeceklerimdir. Ethem Yunan'a iltica etmemiştir. sadece geçiş hattı istemiştir.”

Ethem Bey hakkında bazı tarihçi, gazetecilerin görüşlerini sizlerle paylaşmak isterim:
Avni ÖZGÜREL - Gazeteci, “Elinin altında hayli maddi kaynak olmasına rağmen Yunanlılara teslim olma kararını verdiğinde cebindeki üç-beş kuruş dışında yanına bir şey almadı. Nitekim Atina'ya götürülüp tedavisine Almanya'da devam edilmesi kararı üzerine oradan ayrıldığında günlerce pekmeze ekmek banarak karnını doyurmaya çalıştığını da biliyoruz. Şurası kesindir ki Ethem'e 'Çerkes' lakabını takan İsmet Paşa'dır. Kendisine sorulduğunda bunu 'övgü' olarak kullandığını söyler; ama Ethem öyle anılmaktan rahatsızdır: ‘Hepimiz Osmanlı'ydık... Eğer milliyet ve ırk tefriki yapılmaya kalkışılsaydı bu vatanda şeceresi karışmamış kim kalırdı.’ Demiştir. Ethem'in Yozgat isyanlarını büyük bir maharet ve süratle bastırması da onu aynı yerde daha önce başarısız olmuş bazı kumandanların kıskançlık ve rekabet hislerine hedef haline getirdi. Ancak Milli Mücadele şekillenmeye başladığında bir gelişme oldu ve Mustafa Kemal'in yakın çevresinde değişiklik yaşandı. Lider yola birlikte çıktığı kişilerden ayrıldı, mücadeleye sonradan hatta bir bakıma fazlaca inanmadan- katılan 'emir/kumanda adamları' (kastedilen İsmet İnönü’dür) ön plana geçti. Bu değişimin Mustafa Kemal'in arzusu olmaktan çok 'yeni gelenlerin manevrası' olduğu yolunda işaretler var.”

Prof. Dr. Toktamış ATEŞ, “TBMM daha Ankara da çalışmaya başlamadan önce, Salihli cephesinde Yunan ilerlemesinin durdurulması ve iç ayaklanmaların bastırılmasında fevkalede önemli hizmetleri vardır. Hatta hiç abartmadan şunu söyleyebiliriz ki, Eğer Çerkes Ethem ve onun kuvvetleri olmasa idi, Ulusal Kurtuluş mücadelesi başlamadan ortadan kaldırılabilirdi.”

Yavuz BAHADIROĞLU - Tarihçi, “Çerkez Ethem’in yok edilmesine karar verilmişti de, formül aranıyordu aslında. Çerkez Ehem’de kendini feda etmemek için direniyordu… Burada Çerkes Ethem'in davranışını, hıyanetle değil olsa olsa, bir büyük fedakarlık, kendi varlığını feda eden bir oluşum olarak değerlendirmek olduğuna inanıyorum.”

Muhittin NALBANTOĞLU, “Çerkes Ethem çok büyük bir vatansever, kurtuluş savaşının ilk günlerini düşünün, bir tek kişiye ihtiyaç duyulduğu günlerde, bu adam Yunanlıları sahillere çakılı bırakıyor, Anadolu ya bırakmıyor.”

İsmet BOZDAĞ – Tarihçi, “Nerede bir yangın varsa oraya yetişen bir Çerkez Ethem kuvvetleri vardı. Batı cephesi komutanlığına atanan İsmet İnönü'nün ilk işi Çerkez Ethem’in unvanını değiştirmek olmuştur.”

Cemal KUTAY – Tarihçi, “Mondros mütarekesinden sonra ta meclisin kurulmasına kadar, ne Erzurum kongresinde, ne Balıkesir kongresinde, ne Alaşehir, ne Sivas kongresinde bulunmamış insanlar, (burada kast edilen İsmet İnönü’dür) İstanbul un işgalinden sonra sığınacak yerleri kalmadığı için, mecbur kaldılar Anadolu ya geldiler. Mücadele bunun mücadelesidir. Milli mücadelede öncekiler ve sonrakiler mücadelesidir… İnsanlara Hain demek kolay, kaldı ki kendini müdafaa etme hakkından mahrumsun, kahraman demekte kolay, çünkü kimse kendisine kahraman denilmesini tekzip etmez. Bizim milli mücadelemiz kronolojisi sıhhatle yazılmamış olan bir buhran dönemidir. Ethem yanına kimseyi almadan gitmiştir ve yanındakiler gelelim diye dayatmışlardır, dövüşelim demişlerdir, ikisini de reddetmiştir. Bir kulübesi bile olmayan bir nehir kıyısında kalbi duran bir adamın, layık olmadığı halde hain damgasıyla damgalanması vicdanları rahatsız etmektedir.”

Prof. Dr. Mim Kemal ÖKE, “Merkezi otoritenin Çerkez Ethem'den sıkıntı duyması kaçınılmazdı, çünkü Anadolu da sadece bir milli direniş, sadece bir kuvayi milliye hareketi değil, bunun yanı sıra bir liderlik dövüşü de veriliyordu. İşte bu çerçevede Çerkez Ethem in büyümesi halk arasında muazzam bir kahraman olarak her girdiği yerde alkışlarla karşılanması, bazı kişileri tedirginliğe sevk etmiştir. İsmet İnönü'nün her zamanki tavrıyla Çerkez Ethem ve ağabeyleri aleyhinde bazı propagandalarda bulunduğunu da söyleyebiliriz…”
yazımızı başlaığımız gibi Ethem Bey'in bir sözü ile bitirelim: "Çok hatalarım olmuştur ama asla vatan haini olmadım"

2 Eylül 2007

İstiklal mi, Kurtuluş Savaşı mı?

İstiklal mi, Kurtuluş Savaşı mı?

Mustafa Yetkil Hocam geçen hafta Kurtuluş Savaşımızı ve 30 Ağustos Zafer Bayramını anlattı. Eleştirimize konu teşkil edecek yazının odağını oluşturan bölümün bir kısmını sizlerle paylaşıp, şerhlerimizi sonra düşelim.

‘‘Ateşi ve ihaneti gördük.... Yaralıve dehşetli kızgınfakat toprağımızdan eminDumlupınar sırtlarındayız.

Mustafa Kemal’in büyüklüğü emperyalizme karşı, dış düşmanla mücadelesini sürdürürken; düşmanla işbirliği yapma gafletine düşen iç düşmanla da mücadelesini sürdürüp kazanmasından kaynaklanır. Böylesine bir savaşı örgütlemek bu günün koşullarında dahi zordur...İçeride Anzavur, Delibaş, Çerkez Ethem gibi işbirlikçilerin,
‘yürekleri karanlık kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü-atları ve kendileri semizdiler..Ateşi ve ihaneti gördük…” (Not: Hocam Belirtmemiş şiir Nazım Hikmet Ran’ın - Kuvayi Milliye Destanı – 3.Bap’ından alınmıştır.)

Yavaş yavaş Türkiye Cumhuriyeti’nin inşasına başlandığı gündür. Zaferin baş mimarı Mustafa Kemal bu mutluluğu söyle ifade ediyordu. “Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin görünen abidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir ulusun evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan bahtiyarım.”Dünya tarihinde önemli bir yer tutan bu savaşın sonuçları yeni bir tarihin, devrimlerin başlangıcı olmuştur. Aslında kendisi de bir devrim olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulmasını sağlamıştır. Padişahlık, halifelik ve hilafeti sona erdiren, ümmetçilikten ulus devlete geçen cumhuriyetimizin diğer devrimlerinin de başlangıcı sayılır…” Mustafa Yetkil.

Yazının başında Nazım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanını hangi hapishanede özgürlüğüne merhem olur düşüncesiyle yazdığı iddialarına girmeyeceğim. Önce İstiklal Savaşına Kurtuluş Savaşı demenin yanlışlığına değinelim. Askeri Tarih bakımından bu savaş kesinlikle bir İstiklal (bağımsızlık) savaşıdır. Bu savaşa katılanlara Kurtuluş değil İstiklal Madalyası verilir, marşının ismi İstiklal’dir ve “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak..” diye düşen yani esir edilen bir sancaktan değil, esir olmasından korkulan bir sancaktan bahisle başlar. Kurtuluş Savaşı dememiz için yurdun her tarafının işgal edilmiş, tüm milli teşkilatlarının dağıtılmış olması gerekirdi.

İstiklal Savaşımız Emperyalizm karşıtı bir savaşta değildir! Hele 30 Ağustos bu kapsama hiç girmez çünkü Yunanlılara karşı yapılmıştır ve Yunan devleti hiçbir emperyalist devlet sınıfına giremez. Hele Yunanlıların istila gerekçeleri göz önüne alındığında… Cumhuriyet için yapıldığı kocaman bir yalandır zira Cumhuriyetin ilanı Mustafa Kemal’in bir gece arkadaşlarını toplayarak, “yarın cumhuriyeti ilan ediyoruz” açıklaması ile başlar. Atatürk’ün anlı şanlı süreç arkadaşlarından çoğu buna şaşırmış ve yadırgamıştır. Onun ileri görüşlülüğüne pek yaklaşmadıkları şaşkınlıklarından anlaşılır. Halifelik ise mevcut kanunlara göre ve o gün kaldırılmamış, yetkileri Büyük Millet Meclisinin yüce şahsiyetine tevdi edilmiştir.
Konumuz ise ortada Nazım’ın yaptığı hem de ona hiç yakışmayan kocaman bir haksızlık vardır. Bir kere kendiside tıpkı Ethem Bey (Çerkez) gibi yaşarken vatan hainliği ile suçlanmıştır. Hem Benerci kendini niçin öldürdü? Şiirde bahsi geçen Benerci, Kalküta’lı genç bir ihtilalci (İngiliz sömürgesi altında bulunan Hindistan’da İngiliz emperyalizmine karşı düzenlenen büyük Kalküta Mitinginin katılımcı ve organizatörlerindendir.) için binlerce km uzağa seslenmiş, Şeyh Bedrettin de ise yüzlerce yıl önce yaşanmış bir haksızlığa kafa tutmuşken Ethem Bey’e bu haksızlık nedendir? Kaldı ki Ethem Bey ile yaşamlarının önemli bir kısmı aynı zaman diliminde geçmiştir. Nazım kendisi yetersizlikten ayrılsada stajını tamamlama kıdemine kadar temel eğitimleri almış bir subay olmasına rağmen milli mücadele sürerken Vala Nurettin ile Rusya’ya kaçarak, Doğu Emekçileri Kominist Üniversitesine kaydolmuştur. Lakin aynı zamanlarda Ethem Bey Balkan, Irak savaşlarında aldığı yaraların kim bilir kaçıncısını vücuduna madalya diye takmaktaydı. İstiklal Harbinden çıktığında bedeninde bu millet ve vatan uğruna 17 savaş yarası olan bir insana yapılan büyük bir haksızlıktır.
Yetkil Hocam ise bizzat Ethem Bey tarafından bastırılan isyanları onunla birlikte sayarak ne kadar büyük bir haksızlığa imza atmıştır. İşin garibi Nazım’ı ve Ethem Bey’in yıllarını çalan aynı sebep olmasa da vatan hasreti çekmelerine sebep aynı devlet adamı değimlidir? Ethem Bey’e ısrarla Çerkez ön adı kullanmamın sebebi ise Kuvayi Seyyare Komutanı iken kendisine gönderilen tüm yazışma ve telgraflarda ‘Ethem Bey’ diye hitap edilirken, bu ismi (Çerkez Ethem) ona İsmet İnönü’nün ‘150’likler Kararı’ sonrası takmasıdır. Buna karşı Ethem Bey’in verdiği cevap ise ibretlik:“Hepimiz Osmanlı'ydık... Eğer milliyet ve ırk tefriki yapılmaya kalkışılsaydı bu vatanda şeceresi karışmamış kim kalırdı." (Avni Özgürel ve Toktamış Ateş de aynı görüştedir.)

Sadece değerli Mustafa hocam değil resmi tarih yazılımcılarının çoğu bu haksızlığı yapmıştır. Bize öğretilen tarih, çok kez taraflı veya yanlışken, neye ya da kime inanacağımız konusunda ciddi şüpheler yaşamakta olan bir milletiz. Beş - On görevli elinden yazılan tarih, doğal olarak, sadece hâkim ideolojiyi destekleme görevini yerine getiriyor. Güç elinde olanın tarihe, kendileri lehine bir kısım müdahaleleri olmasına karşın, muhalefette olan kesimin tarihsel olguları daha dürüstçe inceleme altına almasını beklemek, hepimizin hakkı. Uzun zamandır devam eden bu tarih yazımına farklı alternatifler üretilmesi için bağımsız tarih araştırmacıları ve akademisyenlere büyük iş düşüyor.

Ethem Bey için bir sonraki yazıyı ayırdım. Yüreğinde vatan sevgisiyle vefat eden bu kahraman insanın ismi anıldığında hele “Hain” ve “Çerkez” kelimeleri yan yana kullanılırken bu ülkede tarihleri ancak 300 yıl geriye gitmesine rağmen nüfuzlarına göre en çok şehit vermiş Kafkasyalıların yürekleri nasıl dağlanır bilen var mı? Köşeyi gelecek haftaki yazımızın girişini oluşturacak yine Ethem Bey’in bir sözüyle bitirelim: "Bugün dahi sebeplerini bilmediğim için izahtan mahrum olduğum sebeplerle memleketim, vatandaşlarım ve tarih huzurunda ihanetle tescil edilmiş durumdayım. Kat'iyen ithamların ağır mesuliyetine layık bir günahkâr değilim. Fakat hakikatleri tarafsız bir mahkeme huzurunda izah edebilecek miyim? Hayır. O halde gurbette devam edecek ve gurbette öleceğim. Ta ki akıbetim günün birinde o ilk günlerin tarihini yazmak kimselerin dikkatini çeksin ve meseleyi baştan sona ele alsınlar. Belki çok hatalarım olduğunu, fakat asla vatan haini olmadığımı tespit etsinler." Çerkez Ethem’in hatıraları / Dünya Yayınları, İstanbul, 1962 s.123

Cenk Sarıgöl