20 Haziran 2008

Diyar-ı Şanlı Bakır


Şanlı Diyar

Geçen hafta sonu dahil 4 gün ailecek Diyarbakır’daydık. Cuma gittik, Pazartesi akşam döndük. Kısa hızlı ve sıcak bir gezi yaptık. Havaalanından iner inmez Ankara’ya nazaran hayli yakıcı bir alaz vurdu yüzümüze... Gidişimiz hem ziyaret hem ticaret babındandı. Hem müşteri ziyaretleri yaptım hemde akraba ve eski dostları görme imkanımız oldu. Halamın kızı Reyhan ve Yeniköylü eniştemiz Cengiz Usta ve güzeller güzeli yeğenim Canan ile hoş bir 4 gün geçirdik. Yaptığımız kaba taslak proğrama göre c.tesi Şanlıurfa’ya gittik. Diyarbakırdan arabayla çıktık ve Hilvan’a kadar neredeyse taştan başka birşey yok. Taşlık bozkırda çılız koyun ve sığırlar göze çarpıyor zaman zaman. Hilvandan Urfa’ya kadar küçük küçük fıstık (antep) bahçeleri var. Gerçekten fakirliği yüzüne vurmuş ilçeler bunlar. Siverek’te kahvaltı molası verdik. Pide şeklinde ekmeklerden aldık ve yanımızdaki nevale ile kahvaltımızı yol kıyısında yaptık. Size şaşıracağınız bir şey söyleyeyim! Siverekte bir otobüs firmasının camında aynen şöyle yazıyordu: “Direkt Torbalı seferlerimiz başlamıştır”.

Siverek’te fırından ekmeklerimizin pişmesini beklerken, ön tarafta küçük taburelerde oturan hacı amcalarla selamlaşıp, buyurlarını kabul ettim. Ne ektiklerini sordum. Abuzer amca bir çırpıda saydı: pamuk, fıstık, domates, piber, patlican, karpuz vb. fıstık hariç saydıklarının çoğu Menderes Ovasında yetişen bitkiler. Demek Urfa ve Diyarbakırdan bu kadar yoğun göç almamızın bir sebebide iklim benzerliğiymiş! Fıstık deyince Arslanlarda biriside tıpkı fıstık gibi yağlı bir ağaç olan ‘çıtlık’ ağacına antep fıstığı aşılamıştı. Tuttuda ama meyvaları iri iri olsada çok çok seyrek olmuştu ve tadıda pek lezzetli değildi. Hanefi amcayada neden arazilerinde bu kadar taş olduğunu sordum. Bana Sivereğin güneydoğusunda bulunan “Karacadağ” dedi. Sonra açtı; “Karacadağ eskiden lav atarmış ve taa o zamanlardan çıkardığı lavlar bugüne taşlar halinde arazileri kaplamış” Taş dedikse devasa kaya parçaları bunlar. Ara ara gördüğümüz tarlalarda zaten bunlar temizlenerek oluşturulmuş. Lakin öyle el emeği ve traktör güçüyle temizlenecek oranlardan büyükler. Hanefi amcanın söyledikleri doğru olmalıydı. Zira bu temizlenen ve tarla açılan taşlıkların sadece yüzeyinde bu kaytalıkların olduğu görülüyor. Yüzey taşlardan sıyrılınca ortaya “bana adam dik dal vereyim” diye bağıran kırmızı bir toprak görülüyor.

Urfa’da Halil İbrahim’e yada Halil’ül Rahman’a vardık. Urfa girişte çok düzenli bir kent, ilerledikçe üstüste binmiş gecekondular etrafınızı sarıyor. Yeni yapılan binalar muazzam güzel ve modern. Balıklı Göl ve çevresini yazmayacağım! Gidin görün, balıklara yem verin, dualar edin, ulu çınarların altında, şırıl şırıl akan suyun sesini dinleyerek, demlikle gelen çaydan yudumlayın. Hatta küçük kayık turları bile atabilirsiniz. İlkokul çocukları belli bir eğitimle burasının tarihi, dinsel önemi, hikayesi konusunda belli eğitimlerden geçirilerek, belediye tarafından kimlikler verilmiş. Masanıza gelerek, size burasının tarihini anlatmaktan mutluluk duyacaklarını söylüyorlar. Ücret istemediklerini peşin peşin belirterek, güzel olan ise sizi bazı yerlerdeki boyacı çocuklar gibi biri gidip, biri gelmiyor. Onu nasıl ayarlamışlar anlamadım! Hatta bazısı “abi Türkçe, İngilizçe, Farsça, Arapça ve Kürtçe anlatabilirim” diyor. Çünkü ziyaretçiler arasında bol bol İranlı, Suriyeli ile karşılaştık. Urfanın o güzel şivesiyle Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı, butları kırdığı, Nemrutkızı Zeliha’nın ona aşkını çokda hoş anlatıyorlar.Urfa, Diyarbakır’a göre çok daha geleneksel bir yapıya sahip, özellikle merkezde yaşayanlar Halil’ül Rahman’ın önemini ve inanç turizminin ehemniyetini fazlasıyla idrak etmişler. Dedikya anlatılmaz gidip, görülecek yerler diye... bir vaha gibi serin çınarların altını terketmek zor oldu. Namazlarımızı kıldık, dualarımızı ettik ve doğuya yola çıktık. Urfadan çıkmadan önce enişte bize İbrahim Tatlıses’in her geldiğinde muhakkak uğradığı bir kebapçıya götürdü. “Sevgi Döner". Hilvan’ı çıkmıştık ki yaz yağmuru yakaladı bizi, herhalde bugüne kadar gördüğüm en büyük gökkuşaklarından birisi bir taç gibi Diyar-ı Bekir üzerinde görüldü. Yeni yağmur düşmüş toprak kokusu ve bir serinlik arabamızın içine doldu. Bir daha ki yazıda Diyarbakırda buluşmak üzere...


Diyar-ı Selahaddin

Gezimizin ilk günü küçük bir şehir turundan sonra geri dönmüştük. Akşam üzeri Gazi (Seman) Köşkü’ne gittik. 15. yy bir Akkaoyunlu mimarisi olan yapı, Atatürk’ün 1917 yılında 16. Kolordu Komutanlığı sırasında ikamet ettiği köşktür. 1937 yılında Diyarbakır Belediyesi tafından satın alınmış. Valilik tarafından 1981 yılında tekrar restorasyon yapılarak, halka açılmış... Tarihi bina bir müze olarak geziliyor. Köşkün alt ve yanlarında zamanında ahır ve kiler olarak kullanılan yapılar ise turizm amaçlı, işlevselleştirilmiş. Yüksek çardak şeklinde ahşaptan inşaa edilmiş, ratacalarda minderler üzerinde 8 kişiye kadar rahatça oturabilirsiniz. Dicle nehrinin muazzam manzarasında bakır semaverde fokur fokur kaynayan çayınızı doyumsuz lezzette demlenirsiniz. Köşk Gazi Mustafa Kemal döneminde etrafı Dicle Nehri kıyılarına kadar bağlık yeşillik bir çevreye sahipmiş. Şimdilerde tekrar bir ağaçlandırma çaşlışması yapılmış. Gece olunca canlı müzik eşliğinde oynayan, halay çekenler, stres atanlarla dolup, taşıyor. İnanın biz çok zor ve en uzak taracada ancak yer bulabildik. Gazi bu köşkte sesini uzaklardan duyduğu Celal Bülbülses’i çağırır ve tanışır (Bayındırlık bakanı Feyzi Pirinççioğlu`nun ısrarıyla tanıştırıldığı görmezden gelinir!). Bu yerel sanatçıya “şark bülbülü” lakabınıda Atatürk verir.

Suriçi Diyarbakırın sembolu, belediye ambleminde, otobüs firmalarının isim ve flamalarında bu surlar vardır. Ne zaman yapıldığı bilinmesede görkemini koruduğunu söylemek gerek. Pazar günü üviversite arkadaşım Seyfülislam Ensarioğlu ile buluştuk. Çok büyük ve tanınmış bir aileler. Demokrat Parti, Adalet Partisi ve DYP’nin yönetimine yıllarca üst düzey yönetici vermişler. Hatta amcası Mehmet Saim Ensarioğlu DYP Genel Bşk. Yardımcılığı ve Bakanlık yaptı. 10 yıldır görüşemediğimiz Seyfülislam şimdilerde Diyarbakırda tanınmış bir inşaat mühendisi ve son projesi Alman Hastanesi bitmek üzere... Diyarbakır 7 İklim Dersanelerinin sahibi Murat Şehir ile beni ünlü “kaburga dolması" yemeğe götürdüler. Gittiğimiz yer Cengiz Çandar’ın bir yazısında överken, “Diyarbakıra gidip, Selim Amca’ya uğramamak, Mekke’ye gidip, Kabe’yi görmemek gibidir..” diye bir mübalağalı benzetmede bulunduğu mekan. Teşbihte hata olmasın gerçekten bambaşka bir lezzetti. Hakkınızı helal edin ama kaburga dolmasını daha önce İstanbulda çalışırken “Diyar Ocakbaşı”nda yemiştim. Ama aynı lezzet olduğunu söyleyebilmem için dilimin olmaması lazım!

Çocukluk arkadaşım Mustafa Acun’u ben Diyarbakırda sanıyordum. Telefonlaştık. Batman valisinin koruma şefiymiş. Buluşamadık üzüldük. Oysa iki şehir arasındaki mesafe sadece 35 dk. O valinin proğramına ben kendiminkine uymak zorundaydım nasip! Sonra muazzaf bir başka dost ile Ulu Camii avlusunda buluştuk ve doğu kapısında kendimizi akşam serinliğinin izniyle açık alanda taburalere attık. Ulu Camiide enişte ile daha önce akşam namazı kılmıştık. Tam çarşıdayken ezan başladı ve telaşla camiye koştuk. Kapıdan girince cemaatin yarısının sağa, diğer yarısının sola ayrıldığını gördüm. Cengiz Usta bana gideceğimiz tarafı işaret etti ve namazdan sonra ben sormadan o anlattı. Namazları Hanefiler ayrı, Şafiiler ayrı yerde kılıyordu. Hatta daha eskiden 4 mezhebin kıyama durduğu yerler ayrıymış. Aynı avlunun içinde selamlaşarak, namaza giren, ayrı edalardan sonra yine selamlaşarak ve dualarla birbirlerinin salahına kabul dileyen insanımızı görünce bir kez daha iftihar ettim. Hele islam dünyasında mezhep tefrikasından bunca kan akarken...

Hoşgörü, saygı, sevgi bizim yaşam tarzımız bir kez daha anladık. Camii dibinde otururken, iki diyarbakırlı arkadaşımız daha geldi. Konu Deniz Baykal’ın benden 6 saat önce kentten ayrılmasıydı. Şakalaştık. “senin geleceğini duyunca apar topar kaçtı!” bile dediler. Gerçekten, bir gün önce ana muhalefet partisi lideri buradaydı ama Ofisde (kentin merkez semti) bir kaç CHP afişi ve flaması hariç hiçbir iz kalmamıştı. Zaten sayın Baykal domates ve yumurta yağmurundan başını pek otobüsten çıkaramamış. Otobüs sarı ve kırmızı renklere öğle bulanmış ki, kentte şöyle bir şaka bile gelişmiş, “la oğlim bunca domatis ve yumurtayi nediy atıysiz? Heç değer! Yanina piraz isot ekler menemen aparırdık. Yazik değil?” Yani Diyarbakırlı Deniz Baykal’a attığı domates ve yumurtadan bile pişman anlıyacağınız!

Yanımıza gelen iki arkadaşla masamız iyice zenginleşti. Ben izlenimlerimi anlatırken, onlardan durumu sorarken Diyarbakırda en doğal hal olan ciğer, dalak, kebap dünyasına daldık. Midemle aram hep iyi olmuştur. “sizin meşhurunuz çok, ciğer, fıstıklı kadayıf, kaburga dolması, birde ünlü karpuzunuz vardı onun tadına bir baksak” dedim. Yan masadan biraz önce sigara alışverişi ve kısa sohbet ettiğimiz amca (M. Gök) lafa girdi: “lo oğlum ne karpuzu ne ciğeri, burda 25 peygamber, 350 sahabe varken kim bu gubik meşhurları uydiriy dey heç anlamamışım” sonra,
dayı hele gel. Sen bana bir deyiver nedir meşhur” diye masaya davet ettim. Zülküf peygamberden, ilk islam seferinde şehit olan sahabelere kadar bir bir saydı.

Ertesi gün özellikle 12 Eylül darbecilerinin işkencehane olarak kullandığı ve insanlık dışı uygulamaları ile ülkemin kötü meşhurlarından Diyarbakır Eski Cezaevini dolaştık. Şimdilerde restore ediliyor. Fakat taş duvarların nice acılara şahitlik ettiğini düşünüp, ürpermedim desem yalan... Son gün alışveriş zamanı! İsminde “Bakır” olsada burada bakırcılık ölmüş, çarşıda öyle bakır döven çekiçlerin sesleri felan yankılanmıyor. Urfa bu konuda epey ileride bu geleneksel zanaatı yaşatmakta... Mecbur Diyarbakırdan yüklendik bakırlarımızı, hanımlar alıp, biz ödeyincede epey kart çalıştırdık haliyle! Birde küçüçük dükkanda semer, eğer yapan Abdurrahman usta ilgimi çekti, izin isteyip, fotoğrafladım. Fotoğraflayamadıma hayıflandığın ve içimde ukte kalansa surların kuşbakışı görünümü. Bana yukardan eski kenti çevreleyen surların bir balık şeklinde olduğunu söylediler. Daha sonra internetten baktığımda gerçektende hiç şüpheye mahal bırakmayacak bir balıktı surlar.Kentin en büyük çelişkisi gelir dağılımındaki büyük uçurum. Türkiyede sadece 4 tane olduğu ünlü bir jip markasının iki adeti Diyarbakır sokaklarında geziniyor. Diğer taraftan geçen Kurban Bayramı sivil toplum örğütü ve derneklerimizin çalışmalarına iştirak eden, hizmet ehli eniştemiz. “Ofis semti buranın Bağdat Caddesidir. Ama hemen altı Bağlar fakirliğin dibini temsil eder. Kurbanda yardımları dağıtırken, içinde sadece piknik tüpü, ortada bir kilim ve birkaç yatak – yorgandan ibaret nice haneler gördük. İçimiz parçalandı” dedi. Dünyada 15 yılda nüfusu 5’e katlanan şehir sayısı bir elin parmaklarını bulmaz. Buna rağmen suç oranının oldukça düşük olduğunu, polis akademisinde hukuk derleri veren Bayram arkadaşım özellikle belirtti. Urfaya göre daha modern, gelişmeye açık görüntüsü var Diyarbakırın. Bu özellik hızlı kalkınmasınıda sağlayabilir, suç batağı olmasınıda kolaylaştırır. Göç geleneksel aile yapısını zedelemişki bu sosyal kontrol ve görenek bozulmasını tetiklemede etken olabilir.

Uçağımızın Ankara’ya doğru hareketine 1 saat kalmış ve biz halen ciğercideyiz. Elimizde bakır eşyalar ve salça, isot, kadayıf, midemizde binbir lezzetle döndük. Tüm okurlara tavsiye ederim. Gidin görün, tadın, gezin öğrenin! Çünkü hani Halil Rıfat Paşa’ya atfedilen bir söz vardır: “Gitmediğin / Gidemediğin yer senin değildir”. İyiki gördüm seni en sevdiğim islam kumandanlarından Selahaddin Eyyübi’nin şehri, iyi ki tanıdım. Bekle beni Mardin!

Cenk SARIGÖL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İnsanlık konuşma ve yazıyla yani iletişimle birlikte teknolojik gelişim sağlayabilmişlerdir. Medeniyet ise bu hasletleri hoşgörü, sevgi ve ahlaklı kullanmakla olur.