11 Ocak 2010

Kurumsal Kalkışmalar

Kurumlu Anarşistler

Son günlerde muhalefet diline pelesenk olan bir laf var. “Kurumlar Arası çatışma var” diye... Neden olsun efendim. Ne münasebet. Kurumların birbiriyle çatışması ne haddine? Böyle birşeye Kurumlar arası çatışma değil, Kurumsal Kalkışma denir. Devlet hiyararşisi içinde her kurumum sorumlu olduğu idari birim bellidir. Kimi Bayındırlık Bakanlığına, kimi Maliye, bazısı Milli Savunma Bakanlığına, azıda doğrudan Başbakan veya Cumhurbaşkanına bağlıdır. Devlet katmanları içinde bu yasalarla bellidir. Bir subayın ülke halkının seçtiği meşru hükümeti devirmek, yıpratmak, toplumsal desteğini değiştirmek için plan, andıç, söylev, açıklamada bulunamayacağı gibi tabu memuruda bunu yapamaz. Aralarında idari bakımında hiyararşik farklar olsada sorumlulukları bakımından yoktur. Yaparsa suç işlemiş olur. Aksi takdirde bu durum, kimsenin haddini bilmediği anarşik düzeni doğurur.
Modern demokrasilerde siyasi seçilmiş iradenin yürütme sistemine ters düşen kurum yöneticileri ya istifa eder veya aktif görevden azledilmelerini talep ederler.

Ülkemiz ‘Parlamenter Sistemle’ yönetilir ve parlamento geleneğimiz Cumhuriyetimizden eskidir. Kurumsal haddini bilmeyenler siyasal tarihimizde üç -beş kez sistemin önünü tıkasada, halkımızın dayatmaları, şartların zorlamasıyla darbeciler bile kısa sürede parlamenter sisteme dönüşte mecbur kalmışlardır. Yapılan secimlerle oluşturulan meclis, kendi içinden gelişmiş demokrasilerin üç saç ayağını oluşturan “Yasama, Yürürtme ve Yargı” erkinin gücünü devşirir. Yasamayı yapar, Yürütme çoğunlukla içinden çıkar (bazan yürütme dışardan bakan atayabilir. Örn. Ahmet Davutoğlu vb.). Yargı ise meclisin çizdiği yasalar şablonu ile karar verir. Yargı üyelerinin belirlenmesinde çoğu demokratik parlamenter sistemde kendi içinden üye verdiği gibi meclisin veya hükümetlerin kotalarıda vardır. Bizde bu erk kısmen Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı arasında dağıtılmaya çalışılmışsa çokta sağlıklı yürümediği görülüyor.

Yine domokratik yönetimlerde seçimle gelen hükümetlerin yürütmeyi kendi tavan kadrolarıyla yapmaları veya bunu oluşturmaları siyasi gelenektir. Yürütme bu iş göreceği yüksek bürokratları ya alt kadrolardan devşirir veya yenilerini atar. Bu hak tüm hükümetlerin doğal yetisi kabul edilir (Kadrolaşmayı bunla karıştıracaklara bir sözüm yok!). Anlatmaya çalıştığım uygulamanın prototipini yerel yönetimlerde görmek mümkündür. Her yeni seçilen belediye başkanı idare amirlerini ve kısım müdürlüklerini siyaseten kendisine yakın veya iş ahlakına güvendiği personel ile değiştirir (buradada partizanlık, kayırmacılık, nepotizm* ayrı şeylerdir).

Her Yiğidin Yoğurt Yiğişi Farklıdır” atalar sözü gibi siyasi partilerin yönetim, idare anlayışları farklıdır. Ülke sorunlarına öngördükleri çözüm önerilerinin farklı olduğu gibi... Seçilen hükümetlerin yürütme anlayışları karşısında emirleri altında bulunan kurumların veya yönetimi paylaştırdığı kurumların ayak diremesi, yürütmeyi işlevsizleştirmesi, engellemesi, devrimeye çalışması, aksatmasına “bürokratik oligarşi” denir. Sloganik şekilde ifade edesek, ‘atanmışların, seçilmişleri engellemesi, ayak diremesi, işlevsizleştirmesidir’ Düşmanlık beslemesi ise nasıl tarif edilir bilmem!

Maalesef Türk Siyaseti, çok sık görüldüğü üzere birçok kez kimi siyasi partilerin devletin çeşitli kurumlarına yaslanarak, meşrutiyetini halk dışındaki atanmış mekanizmalardan devşirmeye çalıştıklarının tarihidir aynı zamanda... Demokratik devletlerde SİYASET ayrı görüşleri, ideolojiler, fikirleri, yönetim sistemlerini savunsada SİYASET KURUMU bilinçine ulaşmışlardır. Burada siyaseti oluşturan aktörler, siyasete her hangi bir atanmış kurum tarafından yapılan müdahalelere çok sert tepki verir. Devletin maaşlı personeli yürütmeye, yasamaya, yargıya müdahale cesaretini kendinde bulamaz. En fazla beğenmiyorsa, içine sindirmediği yürütmenin politikalarına alet olmaz ve istifa eder. Üzerindeki üniformayla, devlet giysisiyle halkın seçtiklerine diklenme ukalalığı, taşkınlığı, had bilmezliği içine girmez. Girmeye kalkanlara siyaset kurum olarak karşı çıkar, taraf olmaz.
Örneğin, Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Ali Fuat Cebesoy özellikle askeri bürakrasinin siyasete karışmaması yönündeki Atatürk’ün görüşlerini şöyle dillendiriyordu;
Atatürk, 'Bir ordunun cevheri ne olursa olsun, siyasete karışırsa birlikte hareket ve savaşma kabiliyetini kaybeder ve vatanın savunma gücünü hiçe indirir' demişti. Bu sözlerine delil olarak Balkan Savaşı'nı örnek getirerek, disiplinini kaybetmiş orduya düşmanların hiçbiri bu zamanı kazandırmayacağını ısrarla söylemişti. Bir ordu herhangi bir siyasi partinin aleti haline gelince, onun yeniden disiplinini iade etmek çok inkilaplara lüzum gösterir, çetin ve uzun bir iştir. Halbuki tekmil kumandanları ve kadrolarıyla herhangi bir siyasetin aleti olan ordunun, disiplini bir an için bozulsa bile, bunun iadesi kolay olur. İşte Atatürk daha Meşrutiyet devrinde böyle düşünüyordu ve bu düşüncesinin isabeti de Milli Mücadelede görülmüştür.

Demokratik sistemde atanmış bürokratların ve kurumlarının sorumluluk, yönetim saç ayaklarına emir – komuta açısından bağlılıkları yönünden genel olarak fark yoktur. Silahlı Kuvvetlerin özel olarak, güvenlik açısından diğer kurumlara üstünlüğü sadece önemindendir. Tıpkı bazı bakanlıkların bazılarına göre idari, ehemniyet ve idari genişlik bakımından üstün görülmesi gibi (icracı bakanlıklar)... Diğer taraftan hepsinin başbakanlığa sorumluluğu aynıdır. Tıpkı TSK (Doktrin Komutanlığı) ile Bayındırlık Bakanlığı (Tabu Dairesi) arasında yürütme erkine bağlılık konusunda fark yoktur. Kimse elinde silah var diye kendini halkın seçtiklerinden üstün göremez. Atanmışların içinden bazılarının elinde silah olması, onlara seçilmiş yönetimlere karşı söz söyleme hakkı vermez / veremediği gibi sorumluluklarından azade kılmaz. Eğer bu yapılıyor ve kendince okur –yazar olanlar bunu destekliyorsa kusura bakmasınlar bunun ismi demokrasi değildir. Bürokratların, yürütmede dahli olduğu yönetimlere “Bürokratik Oligarşi” denir.

Bu sisteme insanları sürükleyen en önemli yanılsama ve bir sarışın manken (vücudunun diriliği ve açıklığı oranında para devşiren meslek erbabı diyebilirmiyiz?) Aysun kayacı ile aynı hizaya düşüren görüş şudur;
Bir çobanın oyu ile veya okuma yazma bilmeyen birinin oyuyla benim oyum bir mi?
Buna birde,
Ben devlete şu kadar vegi veriyorum. Bu kadar katma değer kazandırıyorum. Benim seçme oranımla yanımda çalışanın seçme oranı eşit olamaz” diyenleri eklerseniz liste uzar. Sonra iş döner dolaşır, antik Yunan Şehir devletlerindeki ilk demokrasi örneklerine dönmeyi savunursunuz. Bir yanda yöneticiler, diğer yanda köleler. Bunun adı demokrasi değil, “Oligarşi” veya “Aristokrasi” olarak geçer siyaset bilimi kayıtlarında... karşı taraftan birileride çıkar “emeğin kutsallığını” savunarak, yönetimin çalışan, emekçi sınıflarda olmasını savunur (kominizm), bunların hepşinin kuralsız yönetime katılmak için şiddete yönelmesiylede anarşizm.

Eğer, “ben okumuş adamım, bilirim bazı şeyleri. Benimle okuma yazma bilmeyen bir olmaz, aynı oranda oy hakkına sahip olması kabul edilemez. Zaten onların oy verdiği partilerinde meşrutiyeti sorunludur, kalitesizdir. Seçenler kalitesiz olunca!..” diyorsanız.
Demokraside bunun cevabı basittir;
"Daha bilenlerin, daha az bilenleri – daha çok katmadeğer üretenlerin, yanlarında çalıştıklarını etkileme oranı yüksektir." Yani toplum üzerinde yönlendirme oranları ortalama vatandaştan fazladır. Bu kuramı atanmış, seçilmiş idarecilerimize bakarak doğrulayabiliriz. Hatta bakın okuduğunuz gazeteye! Gazetenin eğitim seviyesi ile toplumun eğitim – öğretim seviyesi arasındaki farkı göreceksiniz.

Fakat bu ülkede ‘Çobanla benim oyum bir mi?’ diyen Aysun Kayacı ‘Taş kafalı sarışın” olurken, aynı şeyi söylemeden, parti tüzükleriyle ve bırakın seçilmeyi aday olmayı kotaya bağlayarak yapan genel başkan ise ‘öpülesi lider’... daha mensup olduğu partilerde demokratik haklara sahip olmayanların, aynı ayrımcılığı kendini halktan okumuş –yazmış üstün görerek yapmaya çalışması ne acı...

Şu mahallenin, fişmanca köyün okuma – yazma oranı düşük, oy verdikleri partide belli...’ gibi demokrasi dışı akıl yürütmelerden ve milletin ekserisini yüzdelerle aptal olarak tanımlayan yaklaşımlardansa başka seçeneklerimizde var;
“…Bütün bu saçmalıkları bir kenara bırakıp, tüm vatandaşların eşit ve özgür olacağı, herkesin ‘birinci sınıf insan’ sayılacağı ve eşit temsilini, eşit seçilme hakkını öngören, atanmışların seçilmişlere kemkirmediği, kuyusunu kazmadığı, komplo kurmadığı, kalkışma hazırlığı yapmadığı daha demokratik bir ülke haline gelmeye de çalışabiliriz…

*'Nepotizm, Latince “nepos” kelimesinden türemiştir. “Yeğencilik” anlamında kullanılıyor. İtalyada papazların devlet kadrolarına yeğenim diyerek adam sokmaya çalışmasıyla türemiştir. Bizdeki uygulama 'hamişli kart yakinimdir' vecizesiyle bilinir.
Cenk SARIGÖL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İnsanlık konuşma ve yazıyla yani iletişimle birlikte teknolojik gelişim sağlayabilmişlerdir. Medeniyet ise bu hasletleri hoşgörü, sevgi ve ahlaklı kullanmakla olur.